YAKUP KADRİ’NİN GÖZÜYLE:
ATATÜRK
ATÜRKÜN KAHRAMANLIĞI
Tarih, günün birinde, «Mustafa Kemal, 1919 senesi, mayıs on dokuzunda Anadolu’ya geçip milli kurtuluş hareketine baş oldu ve onun sevk ve idaresinde vatan kurtuldu.» diyecektir. Lâkin hakikat bu kadar basit olmaktan çok uzaktır. Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtikten sonra bir «Erzurum kongresi»nin reisliğini almak için bile bir meydan muharebesindeki cehdi sarf etmiştir. Onu takip eden «Sivas kongresi»nde ise, kendi fikri ve kendi şahsı aleyhinde bin bir türlü muhalif cereyanlarla çarpışmak ıztırarında kaldı. Bu satırları yazan muharrir, kendi müşahedelerine dayanarak iddia edebilir ki, 1920’de, Akhisar, Aydın ve Balıkesir’deki (Kuvayı Millîye) erkânı henüz Mustafa Kemal diye bir şef tanımıyorlardı. Ondan ziyade bir «Demirci Efe» ile bir «Çerkes Etem»e bel bağlamış bulunuyorlardı; Milli kurtuluş harbimizin tarihinde (Mustafa Kemal Paşa – Çerkes Etem ikiliğinin) İkinci İnönü’nün ferdasına kadar devam ettiği görülecektir. Hatta, gün olacak, bu çete reisi, Anafartalar kahramanından daha ziyade rağbet ve itibara erecektir. Millet Vekilleri, onun huzurunda ayağa kalkacaktır ve Mustafa Kemal Paşa onu, Ankara’ya her bir gelip gidişinde «Merasimi mahsusa» ile karşılayıp uğurlayacaktır. Mustafa Kemal gibi gururlu bir insanın, takip ettiği gaye yolunda, bu kadar ağır bir zarurete boyun eğişi bize fedakârlığın en son haddi gibi görünebilir. Halbuki, o bundan daha ağır şartlara tahammül göstermiştir ve her adımda bir şahsiyetinden vererek, gönülden vererek, sinirlerinden vererek, o sarp yolu, böylece kanaya, kanaya sökmüştür. Diyebilirim ki, onun kendi nefsine ve nefsaniyetine karşı bu cidali, muhiti üzerindeki bu azmi ve atıl maddeyi itip kımıldatıp harekete getiriş cehdi ömrünün son yıllarına kadar devam etti.
ATATÜRKÜN DÂHİLİĞİ
Eski rejim erkanından, hatta eski kazaskerlerden birisi, bana, bir gün demişti ki, «Tarihimizde bunun kadar büyük bir psikolog tanımıyorum. Milletin ruhunu avucunun içi gibi biliyor.«
Milletin ruhunu avucunun içi kadar biliyordu. Zira, hiçbir fert mensup olduğu milletle onun kadar kaynaşıp birleşmemiştir. Milletin bütün ızdıraplarını kendi vücudunda hissetmiş; milletin neyi istediğini, neyi istemediğini, ne düşünüp, neden şikayet ettiğini kendi beynin hareketlerinde ve kendi vicdanının feveranlarında keşfedip anlamıştı. Lâkin, bu noktada gene bir sürü istifham işaretleri karşısında kalıyoruz. Çünkü bu hadiseyi müşahede ve tespit etmekle onu izah etmiş olmadık. Biliyoruz ki, Türk milleti susan ve derdinden serrişte vermeyen bir millettir. Mustafa Kemal bu isfenksin muammalı çehresini nasıl okuyabildi? O’nun granitten gövdesine hangi yerinden hulûl etti?
Ve onu nasıl, cins bir küheylan gibi derhal harekete getirdi?
Hiçbir âlimin bile keşfedemeyeceği sır işte buradadır.
ATATÜRKÜN DEVLET KURUCULUĞU
O, her şeyden evvel dünyaya bir devlet reisi olarak geldi. İnsanları sevk ve idare etmek hünerini o hiçbir kitaptan öğrenmedi. Bu bilgi ve bu haslet ile doğdu. Onun içindir ki, tasavvur ettiği bütün inkılapları, sokağa düşmeksizin, gayrı me’sul yığınların kör kuvvetine peyrev olmaksızın, bir damla kan dökmeden, bağırıp çağırmadan, yıkıp yakmadan, daima kanuni şekillere dayanarak, daima bir «Devlet Adamı» otoritesi, bir devlet adamı mes’uliyeti ile başarıp meydana getirecektir. Bu kadar insani, bu kadar medeni bir inkılap hadisesine cihan tarihinde ilk defa rast geliyoruz. Mustafa Kemal harp tekniğinde olduğu gibi, ihtilal tekniğinde de yekta ve emsalsiz bir tacticien idi.
ATATÜRKÜN MİLLİYETÇİLİĞİ
Hudutsuz bir gurur; hudutsuz bir izzetinefs… İşte, milliyet duygusu onda böyle tecelli etmiştir. Dünyanın en rind, en kalender ve en müsamahalı bir insanı olan Mustafa Kemal, bir yabancının, hasseten bir Avrupalı yabancının bulunduğu yerde, gene dünyanın en kaygılı, en dedirgin ve en alıngan adamlarından biri haline girerdi. O, Türk milletinin daima tetikte uyanık şuuru idi. Türk milleti, onda tek bir adam haline inkılap etmişti. Bütün hassasiyeti, bütün dehası, bütün enerjisi milli faziletlerimizin bir hulasası gibiydi. Öyle ki, ecnebi müdekkik Atatürk’ün şahsında bu vasıfların bütün karakteristiklerini toplamış bulunabilirdi. Tek bir insanın bir mület haline bu temessülü tıpkı, Pagan dinlerin bazı ilâhi misterlerini andırıyor. Zaten O’nun millet yolunda her karakterinin bir sembolik âyinden farkı yoktu. Acaba, milliyetçiliği bir mezhep, bir din haline sokmayı aklından geçirdi mi? Geçirmemiş olsa bile Türklüğü, bütün Türk olan şeyleri, dindarane bir aşk ile sevdiğini biliyoruz ve eminiz ki, dünyaya gözlerini kaparken asil (soy) un ebediyeti içinde eriyip gittiği ne imanı vardı.
ATATÜRK’ÜN ASKERLİĞİ
Mustafa Kemal her şeyden evvel bir askerdi. İnkılapçılığı, milliyetçiliği, kahramanlığı, dahiliği, devlet kuruculuğu, hatta insanlığı bütün usarelerini, bütün kudretlerini bu ana vasıftan, bu kökten, bu asli cevherden almışlardır. Evet, Atatürk sapına kadar askerdi: fakat, militarist değildi. Harbi, şevk ve şetaretle yapardı; harbi aramazdı.
«Harpçi olamam. Çünkü, harbin fecaatlerini herkesten iyi bilirim» derdi.
Ve belki, bu fikrini, bu içtihadını hareketiyle ispat etmek içindir ki, bir devlet reisi sıfatıyla da kendisine o kadar yakışan ve taşımakla o kadar haklı olduğu üniformayı giymekten çekinmişti. Taşımakta o kadar haklı olduğu dedim. Zira harp sonrası rejimleri, nice çavuşlara, nice sokak politikacılarına birer general veya mareşal kıyafetlerine girerek nice orduların, nice devlet ve milletlerin talihiyle bir oyuncak gibi oynamak fırsatını vermiştir. Hatıra gelebilir ki, Atatürk, biraz da bunlar sırasında görünmekten tiksindiği ve kendi meşru üniformasının şerefini esirgediği için milleti arasında daima bir «ferdi millet» gibi dolaşmayı adet edinmişti.
ATATÜRK’ÜN İNSANLIĞI
Atatürk’ün asil yüreği -pas tutmayan madenler gibi- kin nedir bilmemiştir. Devlet, millet ve inkılap davalarındaki husumetleri ne kadar sert ve derin ise, kendi şahsına ve hususi hayatına taalûk eden meselelerdeki hiddetleri o derece hafif ve geçici idi. Mustafa Kemal, bütün manası ile feleğin çemberinden geçmiş, hayatın bin bir türlü çevri içinde pişip erimiş bir adam olduğu için, insanların zayıflarını herkesten iyi biliyor ve bunlara kızmaktan ziyade acımak lâzım geldiğine kani bulunuyordu. Acımak… Atatürk’te bu hassanın da ne kadar derin olduğunu belki bilmeyenler vardır. Çünkü, Devlet ve Millet şefliği vazifesini her şeyin fevkinde tutan bu insan, ammeye, yüreği yufka bir adam manzarasıyla görünmek istemezdi. Buna rağmen çok defa bir arkadaşın ölümüne saatlerce hüngür hüngür ağladığını, bir kurban kesme merasiminde boğazlanan hayvanın deprenişlerini görmemek için başını çevirdiğini ve harp sahalarında düşman cesetlerine gözleri sulanarak baktığını görenler arasındayım. Zarurete düşmüşlerin imdadına yetişmek tanıdıkları kimselerden hasta olanların tedavisine yardım etmek; hatta bazı ailevî geçimsizliklerden muzdarip ahbaplarının maddi ve manevi müşküllerini halle çalışmak hemen her günlük meşgalelerini teşkil ederdi.
Damla Dergisi, 15 Kasım 1948, Yakup Kadri Karaosmanoğlu