CHP Ekonomi Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke, geçen haftaki CHP kurultayında 691 delegenin oyunu alarak parti meclisine birincilikle girdi. Ve ardından siyasi biyografisine bir başlık daha ekledi: CHP’nin yeni parti sözcüsü.
7 Haziran seçimlerinde CHP’nin ekonomik programını hazırlayan Böke, ODTÜ İktisat mezunu. Duke Üniversitesi’nden doktoralı. Bilkent Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanlığı ve İktisadi ve İdari Sosyal Bilimler Fakültesi Dekan Yardımcılığı yaptı. Bentley College’da yardımcı doçent olarak çalıştı. IMF’nin Washington DC ofisinde ekonomist olarak görev aldı. Georgetown Üniversitesi’nde ders verdi.
Selin Sayek Böke’ye sorduk…
– En baştan başlayalım. Partiye davet çağrısını nasıl almıştınız?
Eylül ayı, 2014. Gece yarısı bilgisayarım kucağımda, ertesi gün TÜBİTAK Sosyal Bilimler Araştırma Grubu’nda yapacağım sunuma çalışıyordum. Telefonum çaldı. Arayan Sayın Genel Başkan Yardımcımız Tekin Bingöl. Kendisi babamın Hacettepe’den öğrencisidir. “Numaranızı babanızdan aldım. Yarın kurultayımızda PM’nin seçimi var. Sayın Genel Başkanımız sizi kurultaya davet ediyor” dedi. Sunuma öyle konsantre olmuşum ki şaşkınlıktan da olsa gerek, afalladım. Ama benim sunumum var, sonra yakın bir arkadaşımın düğünü için Hatay’a gideceğim, gibi bir şey söyledim!
– O ana kadar hiçbir temasınız yok, öyle mi?
Sayın Sencer Ayata’nın oluşturduğu akademisyenler toplantılarında bulunmuştum. O kadar.
– Ve kurultaydan bir gece önce, üstelik gece yarısı, bu davet telefonu geliyor?
Evet, saat gece birdi. Hemen eşimi uyandırdım. Olayı benden çok daha hızlı içselleştirdi. “Kararın ne olursa olsun yanındayım” dedi. Babamı aradım, o da aynısını söyledi. 10 dakika sonra Tekin Bey’i arayarak, “Yarın kurultaya geliyorum” dedim.
– “Selin Sayek Böke, Kemal Derviş’in keşfiymiş!” kısmına ne dersiniz?
Doğru değil derim. Sayın Derviş’le ben siyasete girmeden önce sadece CHP’nin düzenlediği bir ekonomi toplantısında 50 kişilik bir uzmanlar masasında bir araya gelmiştim. Kendisiyle partiye girmeden şahsi bir tanışıklığım yoktu.
– Kemal Bey’e “Kadrajınıza nereden girdim” diye sormadınız mı hiç?
İnanın sormadım. Ben o kadraja girdiğim andan itibaren seçime doğru gidiyorduk ve yazılacak bir seçim bildirgesi vardı.
– Şimdi bir buçuk yıl sonra “Kurultayın yıldızı” haberlerini görünce ne hissediyorsunuz?
Bu tip sözlere can atan biri değilim. Fakat elbette onur duyuyorum. Türkiye’deki siyasi kalıplardan biridir: “Örgütten gelmiyorsanız parti sizi kabul etmez!” denir. Bu açıdan partililerimizin destekleri nedeniyle müthiş bir onur duyuyorum ve çok heyecanlıyım.
“Parti sözcülüğü için endişem yok”
– Ve parti sözcülüğü… Her an, her soruya karşı partiniz adına becerikli yanıtlar vermeniz gerekecek. Endişeniz olsa gerek?
CHP’de bana verilecek her göreve hazır olarak başladım siyasete. Yeni görevlere dair endişem yok ama Türkiye’ye dair endişem var. Bu da hepimize büyük sorumluluk yüklüyor.
– Nice parti sözcüsünün akıbetini gafları tayin etti. “Ya gaf yaparsam” endişeniz de mi yok?
Hızlı bilgi ve fikir paylaşımı gerektiren ortamlar sadece siyasetle sınırlı değil. Hayatın diğer alanlarında da iletişimin önceliklerinden biri gaf yapmamak değil midir? Hesaplı olmadığınız sürece gaftan uzak olursunuz bence.
– Şahsınıza neden böyle bir teveccüh oldu sizce?
Temsil ettiğimin şu olduğu düşüncesi ile siyaset yapıyorum. Türkiye vasatlığa mahkum edildi. AKP’nin Türkiye’ye verdiği en büyük zararlardan biri vasatlık. Siyaset bu vasatlığın kaynağı haline geldi. CHP, “Bu vasatlığın olmadığı bir Türkiye mümkün” dedirtiyor. Ben de “O vasatlık yerine farklı bir siyaset mümkün” diyen geleceğin siyasetini temsil ediyorum. Biz halkın sorunlarına temas eden ve çözüm üreten bir siyaset anlayışını ortaya koymaya çalışıyoruz. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde bunu başardığımızı düşünüyorum. Önerdiğimiz asgari ücret artışı, emeklilerin maaş artışı gibi adımlar olması gerektiği miktarda ve yöntemle olmasa da atıldılar. Bunun bir karşılık bulduğunu düşünüyorum.
– PM yarışında bir Twitter fenomeni olan Atilla Taş aldığı delege desteği ile Enis Berberoğlu, Gürsel Tekin gibi isimleri geride bıraktı. Bu neyin tercümesiydi, delegeler CHP’ye ne dedi sizce?
Sorunuzu başka insanlar üzerinden değil, kendi özelimden yanıtlamam doğru olur. Aksi zaten bu partiye emek vermiş olan çalışma arkadaşlarıma haksızlık olur. Ben delegenin bana ne dediğini biliyorum. Delegemiz bana şimdiye kadar yaptıklarımın takdir gördüğünü ve siyaset anlayışımın karşılık bulduğunu söyledi.
“İki yıl sonra genel başkan, gibi hayalci teorileri ciddiye almıyorum”
– Kimi çevrelerde “İki yıl sonrasının genel başkanı” gibi yakıştırmalar da var hakkınızda.
Aman Allahım!
– Neden öyle dediniz?
Çok onur verici ama Türkiye siyasetinin tıkandığı noktalardan biri de bu. Bizim yerleştirmeye çalıştığımız çözüm odaklı siyasette lider kadar birlikte iş yapacağınız ekipler de önemlidir. Ben de oradayım.
– Şunu da okuduk: “Hillary Clinton ABD başkanı olursa Selin Sayek Böke’nin CHP lideri olmasının önünde kimse duramaz!”
(Kahkaha atıyor.)
– Gülüyorsunuz.
Twitter’dan bir alıntı mı bu?
– Köşe yazısı… Böyle yakıştırmalar bir yandan da siyasetteki varlığınızı zorlaştırıyor mu?
Türkiye’de böyle hayalci teoriler çokça üretiliyor. Ben bunları ciddiye almıyorum. Üstelik bu tür yaklaşımları gerçekten çok cinsiyetçi buluyorum. Türkiye’nin bunca meselesi arasında bir kez daha cinsiyetçi bir bakış açısıyla kurulan bu hayali bağa dair açıklama yapmak zorunda olmaktan da üzüntü duyuyorum.
– Hangisi daha çok: “Ne güzel, genç, değerli bir bilim insanını aramıza kattık” diyenler mi, “Bu kadın nereden çıktı, hangi paraşütle geldi?” diyenler mi?
Her ikisi de var.
– “Bu kadın nereden çıktı” diyalogları artık bitti mi?
Yüzde yüz bitti. Kurultayda çözüm odaklı yapıcı siyasete evet denildiği kanaatindeyim. O nedenle o diğer yorum benim için artık fısıltıya dönüşmüş oluyor.
– İlk tepkiler nasıldı peki?
PM’ye ilk seçildiğimde örgütün ziyaretlerinde “Kimsiniz, nereden geldiniz, kimin adamısınız” gibi sorularla karşılaştım. Bu sorular bana akademide de soruldu. Doçentlik sınavında aynen bu kelimelerle, “Kimin adamısın” diye sorulan bir Türkiye burası. Kimsenin adamı değilim, bilimin insanıyım, demiştim. Burada da yanıtım o oldu.
– Anneniz Füsun Sayek’ten kendinize ayırdığınız siyasi bir öğüt ya da an var mı?
Annem hal ve tavırlarıyla insanlara dokunan bir kadındı. Benim annemden aldığımı umduğum siyasi miras odur. Hayatın ortağı olmak, sahiden dinlemek ve çözüm üretmek. Annem ile son günlerinde hastalığından dolayı ayrılışının yakın olduğu bilinci ile vedalaşma fırsatı yakalamıştık. Kulağımda en çok çınlayan o cümlesi: Bizi hep çok mutlu ettin, seninle gurur duyuyorum. Kendin gibi ol! Bunu bir gün siyasete gireceğimi bilerek söylemedi annem. Ama annemden kendime ayırdığım siyasi öğüt bu: Kendin gibi ol!
“IMF mülakatına girdiğim gün annem IMF karşıtı bir yürüşte tekme yemiş”
– Tam burada onu soralım: “IMF karşıtı annenin, IMF uzmanı kızı!”
IMF karşıtı annenin IMF’den istifa eden kızı, diyerek düzelteyim. (Gülüyor) IMF’de iki yıl teknik iktisatçı olarak çalıştım. Bu teknik deneyimin bana katacağı şeylerin bittiğini hissettiğim anda IMF’den ayrıldım.
– Ya IMF’ye girişiniz?
Bir mücadele ile girdim IMF’ye. Hem annemi hem de giriş mülakatındaki uzmanları ikna etmem gerekti. Mülakat sonrası heyecanla annemi aradım. “Mülakat çok iyi geçti, ne dersin?” dedim. Annem o gün IMF karşıtı bir yürüyüşte tekme yemiş ve eve dönmüştü. Bir fotoğraf gönderdi. “Kendi yolculuğunu, kendin tanımlayacaksın” diyerek kararı bana bıraktı. Boston’da, Bentley Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. IMF’de ekonomist olarak uygulayıcılığı öğrenmeyi seçtim. Ve bundan hep heyecan duydum. Fakat o mutfağa girince o mutfağın sadece teknikle sınırlı olmadığını da yaşamış oldum. O sırada Amerika Irak’a girmişti. IMF içerisinde verilen kararlar ekonomik değil, siyasiydi. Türkiye özlemi ile birlikte sahiplenmediğim bu kararların verildiği o kurumda gelecek inşa etmek istemedim. IMF’den ayrılmak çok kolay bir karardı benim için.
– “Kemal Derviş’in kadın versiyonu” yakıştırmaları sizde nasıl karşılık buluyor?
Bakın buna kahkaha atmıyorum işte. Bundan müthiş irite oluyorum. Çünkü cinsiyetçi bir yaklaşım. Sayın Derviş benim çok saygı duyduğum bir ekonomist ve kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan bir siyasetçi. Ben şahsım adına siyaset yapıyorum. Kariyerimiz benziyor diye onun şahsıyla ilişkilendirilmem, insanları kutulara koyan, “o şucu, o bucu” diyen yaklaşımın tezahürü.
– Derviş’in ekonomi politikalarından yana mısınız?
Kendim üzerimden yanıtlayacağım sorunuzu. Böylesi doğru olur. Neoliberalizm’de piyasa araç değil amaçtır. Neoliberal görüşe göre piyasa ne yaparsa doğrudur. Bunun sonucunda güvensiz çalışma, taşeronlaşma mı çıkıyor; önemli değildir çünkü bunu piyasa söylemiştir! Ben tüm bunlara karşıyım. Bu nedenle piyasaların iyi denetlenmesi ve düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. 2008-2009 krizi bütün dünyaya bunu anımsattı. Sayın Derviş’in Türkiye’de anıldığı bir politika programı var. Bu programın denetleyici kurumların inşasını sağlayan çok olumlu yanları var. Fakat o program aynı zamanda hak temelli, güçlü sosyal devletin tasarımlarını ihmal etti. Sosyal devletin yükümlülüklerini sonra yaparız diyen yaklaşım da vahşi kapitalizmin sonuçlarını doğurdu.
-Sizin CHP’de önerdiğiniz ekonomik model sosyal demokrat bir model mi?
Yüzde bin beş yüz öyle!
– Hangi sosyal demokrat model? “1960’a varmadan kapitalizmin karşısındaki çaresizliklere çözüm bulmalıyız” diyen model mi, 2000’ler başlamadan Alman sosyal demokratların serbest piyasa ekonomisini kabul ettiği model mi; hangisi daha çok?
Her siyasi dönüşüm o günün koşullarıyla şekillenir. Onun için bugünün koşullarını ortaya koymadan 1959 ya da 1998 modeli demek meseleyi yine yanlış yere çeker endişesi taşırım. Bugünün koşulları nedir? Bu analizi kapitalizmin küresel boyutta bir çöküşe ve vahşete yol açtığı 2008-2009 krizi sonrası yapıyoruz. Bunu unutmamak gerek. Orada gördük ki her şeyi piyasaya teslim ederseniz ekonomik adaletsizlik ortaya çıkar. Müthiş eşitsizlikler yaşanır. Bunların hepsini, koşulsuz piyasa teslimiy
etinin olamayacağını gördük. Sosyal demokratlar koşulsuz piyasa teslimiyetini hiçbir çağda kabul etmedi ama dediğiniz gibi bazı küresel konjonktürel dönemlerde, piyasaya biraz daha yakın hisseden yaklaşımlar oldu. Ekonomide önce hedef koyarsınız. Benim hedefim de piyasanın iyi işlediği ama gelir adaletsizliğinin engellendiği, bunun için de devletin aktif rol oynadığı bir ekonomik düzen. Piyasanın çalıştığı ama güvenceli çalışmanın, yoksulluğun yok edilmesinin ve insani kalkınmanın piyasanın bir adım önünde olması gerektiğini düşünüyorum.
– Bu soru başlı başına bir söyleşi konusu. Fakat konu buraya gelince temel bakışınızı da ihmal etmeyelim. Ekonomik olarak başımız dertte mi?
Türkiye vasatlıklara saplandı, derken bunun en somut hali ekonomik göstergelerde duruyor. Şu üç başlıkta vasatlığa saplandık. 1) Orta gelir tuzağı denilen hadise. 2) Müthiş bir orta teknoloji tuzağına saplandık. 3) Vasatlıkta en tehlikeli mesele insani kalkınmışlık hadisesi. Burada da vasattayız.
– Bunlar vatandaşa nasıl yansıyor?
6 milyon kişi ya arayıp iş bulamıyor ya da iş bulma umudunu tamamen kaybetmiş durumda. Asgari ücretli 8 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyor. Güvencesiz çalışan ve yarını belli olmayan bir ekonomik düzene mahkum ediliyorsunuz. Mutfakta yangın var. 189 dünya ülkesi arasında en yüksek enflasyona sahip 25’inci ülkeyiz. Gelirimiz artmıyor ama o gelirle almak zorunda olduğumuz gıda fiyatı hızla artıyor. Mutfaktaki yangın bu.
– Yani halimiz?
Bu vasatlıktan çıkmak için yeni bir ekonomik anlayışa ihtiyacımız var.
– Nasıl bir anlayış olmalı o?
Hak temelli güçlü sosyal devlet, yeni bir büyüme modeli ortaya koymak, güvenceli çalışma, yüksek ücretler ve hak ettiğinizi aldığınız bir düzeni ortaya koymak. Bu büyük işimiz. Ekonomi için vazgeçilmez alanlar bunlar. Bunu yapma potansiyeli Türkiye’de kesinlikle var. Fakat bunu yapmamakta direten AKP’nin siyasi anlayışı nedeniyle buradan uzaklaşıyoruz.
– İktidar bunu neden yapmak istemiyor?
Çünkü onun varlığı bu düzenin üzerine inşa edilmiş. Bu neoliberal yapının sürmesi AKP’nin sürmesi anlamına geliyor. Kendi kendini yok edecek bir adımı atmaz.
“Babacan’ın son Davos fotoğrafı AKP’nin içinden çıkamadığı vasatlık”
– Ali Babacan’ın milletvekili olarak Davos’a katıldığı fotoğraf siyasetle ilgili ne düşündürüyor size?
Yazık… Vasatlıktan kastettiğim zaten bu. Koskoca ülke, müthiş bir potansiyeli ve insan birikimi var. Bu ülke 10 yıllardır neden ekonomik olarak sadece Ali Babacan’a mahkummuşuz gibi davranır? AKP’nin içinden çıkamadığı vasatlık bu.
– “Babacan’ın bazen CHP’li olduğunu düşünüyorum” demiştiniz. Tam olarak neydi kastettiğiniz?
Şu cümleden ne anlarsınız? Ekonominin kalkınabilmesi için hukukun üstünlüğünün olması gerekir. Evet, olması gerekir! Bu cümle doğru ve bizimle aynı şeyi söylüyor. Ama o koltukta oturuyorsanız hukukun üstünlüğünü sağlamak sizin sorumluluğunuzdur. Sayın Babacan’ın bu konuda başarısız olduğunu düşünüyorum. Bu yargıyla söyledim o cümleyi.
– Siz, aynı kulvardan gelen siyasetçiler arasında tebrikler, medeni, insani görüşmeler yaşanıyor mu?
Sayın Babacan 1 Kasım’dan sonra beni aradı. “Meclis’e hoş geldiniz” diyerek tebrik etti. Bir nezaket telefonu, insani olarak çok değerli. Fakat “Türkiye’nin kalkınma planına ilişkin ne anlatıyorsunuz, sizi dinlemek isteriz. Belki buradan Türkiye için bir ortak akıl çıkarırız” diyen bir yaklaşıma hiç denk gelmedim.
– Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ile hukukunuz var, değil mi?
Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesiydik, beraber çalıştık.
– Erdem Başçı iki nokta üst üste diyerek soralım?
Ekonomist olarak teknik donanımına çok güvenirim. Türkiye’de bu teknik donanımın kullanılmasına izin veren bir siyaset anlayışı olsa, Erdem Başçı söylendiği gibi iyi bir Merkez Bankası başkanı da olabilir. Fakat buna siyaset de kendisi de izin vermiyor. Müthiş bir baskı altında.
– Yiğit Bulut’un “İş Bankası’na el konulmalı” sözlerini nasıl okudunuz?
Bu gündeme değer verip uzun bir anlatıma gerek yok. Ancak şu önemli. Vahşi kapitalizmin vahşeti buradan geliyor. Oyunun aktörü olmayan, hiçbir düzenleyici yetkisi olmayan biri çıkıp, tercümesi “Bu banka yok edilmeli” olan sözler zikrediyor. Bunu daha önce de yaptılar. Bir sorun var ise BDDK konuşmalı, Yiğit Bulut değil.
“Tansu Çiller’e fiziki olarak benzetiliyor olmam benim için bir şey ifade etmiyor”
– Bankalar ve ekonomi demişken Tansu Çiller’e benzetilme meselesine nasıl nokta koyarsınız?
Saçımı kestirdim! İşin esprisi bir yana, az önceki sorularda da aynısını söyledim. Yine tekrar edeceğim. Ben şahsım adına siyaset yapıyorum. Ben Selin Sayek Böke’yim. Temsil ettiğim yaşam stili, ekonomik anlayış, siyaset modeliyle, tüm bu konularda Sayın Çiller ile hiç örtüşmüyorum. Kendisine fiziki olarak benzetiliyor olmam da benim için bir şey ifade etmiyor. Diliyorum bundan sonra okuyucular için de etmeyecektir.
– Okulda olsaydınız akademisyenler bildirisine imza atar mıydınız?
Bildirinin içeriğine katılmıyorum. Ama o bildiriye imza atan tüm meslektaşlarımın yanındayım. Onlar fikirleri için oraya imza attılar. Ben de farklı bir bildiriye imza atarsam, onların da benim yanımda durmalarını beklerim. Fakat ne acı ki birbirimizin gözünün içine bakmaktan bile korkutulmuş bir Türkiye’de yaşıyoruz.
– Beyazıt Öztürk’ün “Ayşe Öğretmen özrü” neydi sizce?
Özür dilemek zorunda hissetmesinden çok üzüntü duyuyorum. İnsan olarak bir duygu yaşıyorsunuz. Üzüntünüzü paylaşıyorsunuz. Ve üzüntünüzü paylaştığınız için özür dilemek zorunda bırakılıyorsunuz. Buradan Türkiye hiçbir yere gidemez. Bırakın fikir özgürlüğünü şu anda duygu özgürlüğü yok Türkiye’de. İki çocuk annesi olarak bunu kalbimde sızı olarak hissediyorum. Orada okullarda bomba patlamasından rahatsızım. “Çocuklar ölmesin” diyen bir kadının sözleri üzerine üzüntü duyduğunu söyleyen kişinin bundan özür dilemesinden de rahatsızım.
– CHP’li kadın vekillerle birlikte Diyarbakır’daydınız. Dönüş yolunda aklınızda en çok ne vardı?
Biz Diyarbakır’da engelli çocuğuna ilaç almak için barikatları aşması gereken bir anne ile de, ne değişti de bunlar oldu diyen babalarla da kucaklaştık. Sur’dan göç eden, bir odada 27 kişi kalan, çocukları ve kendileri için gelecek endişesi yaşayan insanları dinledik. Ertesi gün İzmir’e gittik ve bir şehit cenazesindeydik. Bütün resmi görmeden bu mesele konuşulamaz. Bu sorunun derhal siyasi bir çözüm mekanizmasına ihtiyacı var.
– Bunu nasıl somutlarsınız?
Biz, üçüncü bir yol mümkün, diyoruz. Bu sorunun sadece güvenlikçi bir yaklaşımla çözülemeyeceğini Türkiye zaten gördü. Bu birinci yoldu. İkinci yol, AKP’nin açılım dediği ancak kendi içine kapalı, şeffaf olmayan, içine toplumu almayan, çökeceği baştan belli olan süreçti.
– Sizin üçüncü yol nedir?
Siyasi mekanizma tasarımıyla toplumun bütün kesimlerini sürece dahil edecek, barışı kalıcı kılacak bir yöntem. Bu işin mutlaka Meclis’te çözülmesi için hemen bir komisyon kurmamız gerekiyor. Bu adımın atılmamasını hiç anlamıyorum. Dört partili bir Meclis temsiliyeti ortaya çıkmış.
Canımızı Diyarbakır’dan İzmir’e kadar yakan, içimizi dağlayan bu süreçten çıkmak için neden bir masa etrafında gayret gösterilmesin? Bununla birlikte “Tek Türkiye var, bu sorunu hep birlikte çözeceğiz” diyen bir ortak akıl heyeti olacak. Bu heyet AKP sürecinin Akil Adamlar Heyeti gibi reklam unsuru değil, konuya dair bir birikimi olan insanların bakış açılarını yansıtacakları, böylece sürecin toplumsallaşmasına katkı sağlayacak bir mekanizma. Ama akademisyenler, STK’ler tartıştığında “Söylediğini beğenmedim, tiksiniyorum” diyen bir anlayışla elbette bir yere varamayız. Çözüm hemen Meclis’te olmalı.
– Sizin partiye girmeden evvel parti ile ilgili eleştiriniz neydi?
CHP’li kimi seçmendeki “parti neden değişmiyor” serzenişlerini ben de paylaşıyordum. Partiye ilk girdiğimde CHP’linin CHP’yi yine bir CHP’liye şikayet ettiği diyalogların içine düşmüştüm. Parti içinde geçirdiğim bir buçuk yılda ise bu diyalogların hızla azaldığına tanık oldum. Değişimin en önemli meyvelerinden biri belki de bu durum. Birbirimize daha az sitem ediyoruz. Partiyle ilgili daha çok heyecan duyuyoruz.
Selin Sayek Böke’nin Can (11) ve Aksel (6) adında iki oğlu var. Eşi Mert Böke, Selin Hanım gibi ODTÜ’lü ve TED Kolejli. İnşaat mühendisi olan eşi için, “Mert benim en yakın arkadaşım. Kuru kuruya, kocam bana destek oluyor, diyeceğim bir evlilik değil bizimkisi” diyor.