‘Bu millet esareti kabul etmez’
Gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’nin 31 Mayıs 1924’te Atatürk’le yaptığı söyleşi hâlâ güncelliğini koruyor. Yunus Nadi’nin, “Kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde miyiz” sorusunu Atatürk, “Her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim. Milletimiz çok büyüktür. O, zilleti ve esareti kabul etmez” diye yanıtlıyor. Yunus Nadi Abalıoğlu’nun, “Cumhuriyet”i kurma ve yayımlamaya başladığı günlerde “Yeni Gün’den Cumhuriyet’e” başlığı altında bir dizi yazısı başlamıştı. Aşağıda aldığımız makale de bu diziden alıntıdır. 31 Mayıs 1924 tarihinde çıkmıştır.
1920 Nisanı’nın ilk haftası zarfında oraya henüz ulaşmış olmanın ve memleketin de henüz yeni görülmekte bulunmasının şaşkınlığı geçtikten sonra, Ankara’da büyük bir boşluk içinde bulunduğum hissine kapıldım. Bir kere Ankara’nın kendinde ancak gereğinde uyanıp canlanmak suretiyle her tarafın uykuya dalmış bir hali var gibiydi. Baştan aşağı gezersin. Yalnız uykuda değil, insana sanki ölü bir memleket hissini verirdi. O zaman orada vali vekilliği yapan Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Bey, kendi çabaları ile ortalığa biraz hayat vermek istiyor gibi görünüyordu ama bu canlı adamın canlı hareketlerinin de özel sonuçlar verdiği görülemiyor ve anlaşılamıyordu. Derhal çalışmaya koyulmak lazımdı. Bir çöl içinde bu işsiz ve güçsüz olarak tek gün geçirmek bir usanç ve sıkıntı kaynağı olabilirdi. Kırık dökük vilayet matbaasında haftada üç gün çıkarılan Hâkimiyet-i Milliye’yi o zaman Hakkı Behiç Bey yazıyormuş. Daha ilk günden itibaren Hakkı Behiç Bey bana:
– Birader para ile değil, sıra ile. Artık sen al bakalım şu gazeteyi,
sen al bakalım şu gazeteyi, Demiş ve pek iyi etmişti. Öncelikle bu beni oyalayacak bir işti. Fakat yeterli değildi. Her gün Paşa’nın konağı olan ve şehirden yirmi dakika mesafede olan Ziraat Okulu’na çıkıyordum. Paşa ile konuşuyorduk. İşlerin içyüzüne daha ziyade nüfuz ettikçe hayretim artıyordu. İlk günlerin bende bıraktığı izlenim, büyük bir çöl ortasında küçük bir vaha hissi idi. “Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal” imzası ile bütün memlekete yayılan, her ferde hitap eden, cemaate hitap eden, millete söyleyen, herkese cevap veren, duyuruların çıkış noktası hemen hemen yalnız ve yalnız Mustafa Kemal Paşa’dan ibaretti.
***
Ortada Heyeti Temsiliye diye oluşmuş gerektiğinde toplanır ve karar verir bir heyet yoktur. Aslında böyle bir heyet varmış ama üyeleri dağınıktı. Ankara’da bulunan bir iki kişi de toplantıya bile gerek görmüyorlar. Her şey Mustafa Kemal Paşa tarafından kararlaştırılıp uygulanıyordu. Denebilir ki, Heyeti Temsiliye bizzat Mustafa Kemal Paşa idi. Görünüşte onun adına imza ediyordu. Gerçekte o dahil kendisinden başka biri değildi. Milleti sarmış olan bütün zorlukların nasıl aşılacağına gelince hani Mahmut Bey’in kumandasında olarak Geyve İstasyonu’nda gördüğümüz Kuvvayı Milliye süvarileri yok mu, işte bugünler için elimizde belli başlı kuvvet olarak yalnız onlar vardı. Onlar da doğallıkla devamlı bir şey olamazlardı. Orada izah etmiş olduğumuz, şekilde onlar sürgit disiplin altında yaşayacak olan kuvvetler değillerdi. Onlar herhangi bir heyecan ve yürek çarpıntısı ile yataklarından dışarıya fırlamış mübarek kuvvetlerdi. Fakat ilk heyecan anları geçtikten sonra yataklarına dönmek ihtiyacından kendilerini alıkoyamayacakları güçlü bir olasılıktı.
Peki, iyi gerçek kuvvet, iyi gerçek düzen?.. Onlar neredeydi? Ortada bunlara dair hiçbir belirti görmüyordum. Yirminci kolordu merkezi olan Ankara’da 98 katırla 150 kadar derme çatma asker vardı. Kolordu komutanı olan Ali Fuat Paşa bile Eskişehir hareketini halk ile yapmıştı. Denilebilir ki, o gün için ordu namına ortada fiili hiçbir şey yoktu. Hatta kadro olarak bile ordu belki ancak kâğıtlarda vardı. Gerçekte subay kadrosu bile yoktu. Memleketin her zaman en önemli dayanağı ordu o kadar yok olmuş, o kadar tuzla buz haline gelmişti. Eğer Mustafa Kemal Paşa’nın seçkin ve saygın kişiliği olmasaydı yalnız şu perişan ve darmadağınık manzara insanı çıldırtmaya yeterliydi. O, ama yalnız o karargâhı olan Ziraat Okulu’nda bir nevi devlet hayatı yaşatıyordu. Bütün bu gerçekleri gördükten sonra oraya gidildiğinde durumdan hiç müteessir olmayan ve gözleri geleceği karşılamak için parlayan bu adamın huzurunda insan ümit ve kuvvet alıyordu. Dediğim gibi önce Heyeti Temsiliye filan diye oluşmuş ve toplanan bir heyet yoktu. Her şey o idi, her şey Mustafa Kemal Paşa idi. Heyeti Temsiliye adına gördüğüm çalışma ekibi o zaman için biri Hayati Bey’in idaresinde cephe haberleşmesini idare eden, haberleşme ve bilgiye bakan iki kalemden ibaretti. Ve bu iki kalemin hâkim ruh ve anlamı da ancak Mustafa Kemal Paşa idi. Ziraat Okulu’ndaki Mustafa Kemal Paşa, karargâhında Paşa’ya uyarak geç, bazen gece yarısından iki saat sonraya kadar geç yatılırdı. Binaenaleyh ertesi gün de geç kalkılırdı. Bu geç yatılmanın sebebi bilhassa gece çalışıldığından ileri gelirdi. Paşa geceleri, bir taraftan da yanında bulunacak bir iki, üç beş, hulasa kaç ise arkadaşlarla çetin meseleleri fikir halinde, teori halinde, gerçek halinde, uzun uzun tartışırdık.
Ankara’daki Ziraat Okulu’nda müthiş bir varlık yaşıyordu. Paşa’nın şahsını görmek ve hele onunla konuşmak mutlaka insana huzur ve istirahat veriyordu.
Nisanın üçüncü veya dördüncü günü Paşa’nın ısrarı ile görüşmek üzere ilk defa olarak geceyi dahi Ziraat Okulu’nda geçirdim.
Paşa:
– A be çocuk, hani kahve!..
Dediği zaman saat gece yarısından sonra ikiye gelmişti. O zamana kadar çocuk üç defa kahve getirmişti. Paşa getirilen kahveleri hesaba katmıyor, bir kere verilmiş kahve emir ve talimatını mütemadiyen onaylanmış olmasını istiyordu. Şimdi vaziyeti görüşüyorduk. Ben Kuşçalı’dan çektiğim telgrafa aldığım cevabın Ankara’da gördüklerimle tamamen uyuşmaması şeklinde gizli bir üzüntünün zayıflığı içindeydim. Paşa’nın huzuru azami emniyet ve güvenliğinin gerekliliğini saklamadım. Fakat üst tarafı da insana bir boşluk, bir çöl hissi vermekte o kadar kuvvetliydi.
– Öyle görünür Nadi Bey, dedi, öyle görünür. Zaten bu büyük işin zevki de işte buradadır. Bu çölden bir hayat çıkarmak, bu parçalanmadan, bir oluşum yaratmak lazımdır. Bununla birlikte sen ortadaki boşluğa bakma. Boş görünen o saha doludur, çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O millettir, o Türk milletidir. Eksik olan şey, örgütlenmedir, işte şimdi onun üzerinde çalışıyoruz.
Ben pratik olmadığını gördüğüm için doğrudan doğruya Yunan cephesine taarruz ettim. Orada düzenli bir ordu vardı ve onun karşısında da bizim düzenli olmayan kuvvetlerimiz. Bence cepheyi tutan oradaki Kuvvayı Milliye değildi, belki (Milen) hattı denilen siyasi kuvvetti.
Paşa’nın gözleri parladı:
– Bunu bana Sivas’ta yazmıştınız, o cephelerden de aynı mealde başvurular gerçekleşti. İsteniliyordu ki, Sivas’ta veya şurada burada oturarak zaman geçireceğime -sanki buralarda boşuna zaman geçiriyormuşum gibi- gideymişim de o cephelerin başına geçeymişim. Basit bir gözlem ve anlayış. Bu görüş açısına hak verdirebilir. Fakat benim oraya gitmekte hiç acelem yoktur ve o cephelerin hayır ve selameti için acelem yoktur. Mustafa Kemal Paşa, Demirci Mehmet Efe olamaz Nadi Bey. Bunu böyle söylemekle oradaki arkadaşların kadir ve kıymetlerine halel getirmek istemem. Bilakis onlar çok iyi adamlardır ve vatan için işte fedakârca mücadele ediyorlar. İlkeleri belirtmişizdir. Milletin bağımsızlığını, vatanın son kaya parçası üzerinde savunacağız veya eğer kaderde varsa öleceğiz. Fakat eminiz ki ölmeyeceğiz ve vatanı kurtaracağız.
– Evet, hepimizin amacı ve azmi bu. Oraya varmak için daha önceden kararların verilmiş ve sorunların çözülmüş olması lazımdır?
– Benim inancıma göre, böyle önemli durumlarda kararları zaman verir ve sorunları da o halletmiş bulunur. Bu itibarla ben zannediyorum ki kararlar kendi kendine verilmiş ve sorunlar da kendi kendine çözülmüştür. Çözülmeyen sorunlar varsa onlar da çözülür.
– Meclis’in ne zaman toplanacağını tahmin ediyorsunuz? Bir de acaba hem kerameti Meclis’ten beklemek niyetinde miyiz? Açık söylemek gerekirse bu kanıda değilim. Zaten sıkıntım da ondandır.
– Bu sıkıntı boşuna ve bu kanı hiç olmazsa dışarıdan görüntüsü ile gerçek görüntüsü arasındaki yanılgıdır. Ben bilakis her kerameti Meclis’ten bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devre yetiştik ki onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyyet ancak milli kararlara dayanmakla milletin genel eğilimine tercüman olmakla mümkündür. Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve aşağılanmayı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve “Ey Millet! Sen esaret ve aşağılanmayı kabul eder misin?” diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben milletin büyüklüğünü biliyor ve bu soru karşısında onun o soruyu soran çocuklarını canlarını koruyacak kadar seveceğini ve alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu soruyu soran çocuklarının hep esasa dayalı önlemlerini ve hazırlıklarını canla başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam bir yol olduğuna inanarak…
– Fakat İstanbul’da düşmanlarla birleşmiş bir saray olduğunu bilmek ve hiç olmazsa bu ayrıntılar üzerinde bazı kararlar almış olmak gerekmez mi?
– Onların hepsi biliniyor. Fakat bizim bildiğimiz gerçekler milletçe de tamamen bilinince onun karar alma sürecinde dahi bizim gibi düşüneceği neden kabul edilmiyor? Ben bilakis milletin bu hususta daha salim, daha kesin kararlar vereceği kanısındayım. Özetle bu millet bu kurtuluş mücadelesinde bütün vaziyeti bütün açıklığıyla gördükten sonra durumuna göre en salim, en makul ve en yüksek kararları verecek ve bence muhakkaktır ki, o bu konulardaki kararlarında seni ve beni geçecektir. Ben bu konudan emin olarak işlerimize bakalım derim. Önce Meclis sonra ordu Nadi Bey, orduyu yapacak millet ve ona vekâleten Meclis’tir. Çünkü ordu demek. Yüz binlerce insan, sonra milyonlarca ve milyonlarca para demektir. Buna iki üç kişi karar veremez. Bunu ancak milletin kararı ve onayı meydana çıkarabilir ve bir kere oluşturulduktan sonra milletin hayat ve varlığına aykırı olan zulüm ve baskıların tümünü yok etmeye muktedir olmak yalnız teori olarak değil fiilen de kazanmış oluruz.
Paşa ile bu vadide çeşitli meseleleri mütalaa eden konuşmamız gecenin saat üç buçuğuna kadar sürdü. Odalarımıza çekildiğimiz zaman Ankara’nın boşluğu gözümden silinmiş, bütün vatan gözümde canlı insanlarla dolu bir istihkâm ve görüntüsü ile nazarları eğlendiren bir gülistan olmuştur. İlk defa olarak vicdanen de huzur dolu bir uyku çektim.
‘Üniformayı taşıması güçtür’
Aralov’un anılarında yer alan cephe gözlemlerinden bir kısmı Başkumandan’ın halkla temas ettiği, halkla ilişkileri hakkındadır. Mustafa Kemal gittiği her yerde okulları ziyaret etmekte, büyük ve önemli işlerinden fırsat bularak bu kurumların mütevazı etkinliklerine katılmaktadır.
“(Konya’da) Akşam öğretmen okulunun temsillerinde hazır bulunduk. Programda bir perdelik çocuk piyesi Avcı, Çanakkale’nin İngilizlere karşı savunulmasını canlandıran üç perdelik başka bir piyes, vatan şiirleri ve Yunan zulmünü anlatan Bursa Faciası adlı piyes sahnelendi. Bu son piyeste aşırı şovenlik bulunduğu için Mustafa Kemal bunu beğenmedi. Piyesin sonunda Mustafa Kemal, İtilaf Devletlerine karşı Anadolu’nun savunucusu olarak övüldüğü halde, temsili hazırlayanlara böyle eski bir şeyi hazırladıkları için çıkıştı…”
“(Konya’da) Akşam öğretmen okulunun temsillerinde hazır bulunduk. Programda bir perdelik çocuk piyesi Avcı, Çanakkale’nin İngilizlere karşı savunulmasını canlandıran üç perdelik başka bir piyes, vatan şiirleri ve Yunan zulmünü anlatan Bursa Faciası adlı piyes sahnelendi. Bu son piyeste aşırı şovenlik bulunduğu için Mustafa Kemal bunu beğenmedi. Piyesin sonunda Mustafa Kemal, İtilaf Devletlerine karşı Anadolu’nun savunucusu olarak övüldüğü halde, temsili hazırlayanlara böyle eski bir şeyi hazırladıkları için çıkıştı…”
Hayalperest Enver Paşa’ya tarihi yanıt
Harbiye Nazırı Enver Paşa, Mustafa Kemal’e Hindistan’a sefer yapmasını önerir. Eğer Mustafa Kemal bu seferi kabul ederse emrine üç alay verecektir. Enver Paşa’nın planına göre İran’dan halkı ayaklandıra ayaklandıra Hindistan’a kadar gidecektir. Bu teklife Mustafa Kemal’in verdiği yanıt şöyle olur:
– Ben o kadar kahraman değilim.
Talat Paşa bu görevi niçin kabul etmediğini sorduğu zaman da:
Bir harita getirilmesini isteyen ve harita üzerinde durumu gösteren Mustafa Kemal şöyle devam eder:
Hem niçin üç alay? Tek bir adam gönderin, yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmaya mahkûm değil midir?
– Bu fedailiği üstüne almalıydın, diyen Talat Paşa’ya alaycı bir şekilde şöyle yanıt verir:
– Eğer böyle bir şeye imkân olsaydı, sizin emrinizi beklemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur Hindistan’ı fetheder ve imparator olurdum.
‘Bağırmayın Ekselans!’
Atatürk, Hatay sorununu barışçı yollardan çözmek için Fransa’dan davasının haklılığını onaylayacak dostlar aradı ve ünlü bir devlet adamı olduğu kadar ünlü bir yaşar ve düşünce adamı olan Edouard Herriot’yu Türkiye’ye davet etti.
Bugünkü gibi uçaklar olmadığı için Samplon Ekspres’le gelen Fransız devlet adamını Edirne Garı’nda o zaman Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Numan Menemencioğlu ile Protokol Genel Müdürü Fuat Abdusselam karşıladılar. İkisi de sağır denecek kadar ağır işitirlerdi ve iri kulaklıkları kulaklarındaydı.
Sirkeci Garı’nda Atatürk adına kendisini karşılayan İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’ın da aynı özelliği vardı ve kulaklık kullanmazdı ama bir eli daima kulağının üstündeydi.
Ankara Garı’nda Ata adına konuğu karşılayan sabık Genel Sekreteri Hikmet Bayur da aynı yapıdaydı. Bağırılmadan duymazdı.
Başbakan İsmet İnönü’nün de bu özelliği dünyaca malumdu.
Herriot, bu muhataplarla bağıra bağıra konuşmaya öylesine alışmıştı ki, Çankaya’da Mustafa Kemal’le karşılaşınca aynı yüksek sesle konuşmaya başladı. Atatürk, bunun nedenini anladı ve güldü:
– Bağırmayın ekselans ben duyuyorum, dedi.
Herriot’un anılarında şöyle bir cümle var:
“Bir duyun adamı ki, çoğunun duymasına ihtiyaç bırakmıyor.”
‘Oh ne âlâ halkçılık!’
Ata’nın en çok kızdığı şey, hiç hoşlanmadığı ve istemediği şey ise bulunduğu yerlerde çevresinde polisiye önlemler alınmasıydı. Milletine çok güvendiği için şu emri verir ve bütün önlemleri kaldırtarak güvenlik görevlilerini hayli güç duruma sokardı.
“Bu millet bana ne kurşun atar ne de attırır!”
Cumhurbaşkanlığı’na ait bazı protokol kuralları onu gerçekten sıkardı. En büyük emeli, bastonunu eline ve yakın arkadaşlarını yanına alarak İstiklal Caddesi’nden, köprü üstünden herhangi bir vatandaş gibi rahatça geçebilmek ve yürümekti. Tramvaya binsin, trende halk arasına otursun, vatandaşlarına özel ziyaretler yapsın… Bunlar Atatürk’ün en çok sevdiği şeylerdi.
Otomobille gezinti yaparken otomobilini bırakıp tramvaya atladığı, trene bindiği, birdenbire Lebon’a girip herkesin ortasına oturduğu, Vefa’ya giderek oranın meşhur bozasını içtiği daima rastlanan olaylardı.
Bir sabah Florya’dan Dolmabahçe Sarayı’na dönüyorduk. Yeşilköy İstasyonu’nun önünden geçerken birdenbire otomobili durdurdu ve başyavere şu emri verdi:
– ‘Sorunuz bakalım tren var mı?’
Tesadüfen hemen hareket etmek üzere olan tren vardı. Hep birlikte otomobilden indik ve trene yetiştik. Karar aniden verilip uygulandığı için kimsenin dikkatini çekmemiştik. Neden sonra kondüktör bilet kontrolüne geldiğinde Atatürk’ün trende olduğunu anladı. Geri çekilmek istedi. Fakat Atatürk bırakmadı. Kondüktöre seslendi:
– Lütfen görevinizi yapın, diyerek bizleri gösterdi ve şöyle devam etti:
– Bu efendilere niçin bilet sormuyorsunuz?
“Paşam biz milletvekiliyiz. Tren bileti almayız. Parasız bineriz” dedik. Hem hayret, hem de bizimle alay etti:
– Bu ayrıcalığı hiç beğenmedim. Çok ayıp ve çok acayip bir kural. Oh ne âlâ halkçılık?
(Kaynak: Kılıç Ali)
‘Atatürk’e pokerde hile yaptık’
Bir gün Samsun’dan Ankara’ya geliyorduk. Atatürk, trendeki arkadaşlara şöyle dedi:
“Haydi poker oynayalım. Fakat bu kez ciddi oynayalım. Siz kazandığınızda vereceğim. Paraları alır, eğlenirsiniz.”
Ben, Salih Bozok ve Nuri Conker, aramızda şunu kararlaştırdık. Salih Bozok, Atatürk’ün arkasına geçecek, onun elindeki kâğıtları Nuri Conker’e işaretle bildirecekti. Tertibatımız tamamlanmış, oyuna oturulmuştu. Atatürk rölanslara veya rest çekmelere başladığı zaman Salih eline bakıyor. Nuri Bey’in görmesi gerekiyorsa gözlerini kapayıp usulcacık kafasını aşağıya indiriyordu. Bu yolla bir hayli kazanmıştık. Tam Ankara’ya yaklaşmıştık. Atatürk sırasını getirdi ve Nuri Bey’e bir rest çekti. Salih, Atatürk’ün eline bakarak hemen gözlerini kapadı ve başını aşağıya doğru salladı.
Nuri Bey de resti gördü.
Bu eli de alırsak kazancımız bir hayli yükselecekti. Fakat Salih, Atatürk’ün elindeki iki rua’yı görmüş, aldığı diğer rua’yı da dame zannetmiş, ona göre işaret vermişti. Meğer Atatürk, üç kâğıt alarak kare yapmamış mı?
Saatlerce emek vererek kazandıklarımız bir anda geri gitmişti. Bunun üzerine Nuri Bey, “Yahu be Salih, tam görmüşsün birader” deyince Atatürk işi anladı, kahkahalarla gülmeye başladı.
‘Gazete kâğıdına sarılı sigara’
Kanunlara göre, Cumhurbaşkanı’na hakaret edenler hakkında dava açabilmek için bu makamdan izin almak gerekiyordu.
Bir köylüyü Atatürk’e küfrettiği için mahkemeye vereceklerdi ve Atatürk’ün iznini istiyorlardı. Atatürk sordu:
– Ne yapmışım ben?
“Gazete kâğıdına sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş, eli yanmış, ‘Kemal Paşa alsın bunu içsin bakalım’ demiş ve arkasından da size küfretmiş”
Atatürk, bunları söyleyen bakana sordu:
– Sen hiç gazete kâğıdına sarılı sigara içtin mi?
“Hayır” cevabını alınca dedi ki:
– Ben Trablusgarp’ta içtim. Bilirim pek berbat şeydir. Köylü haklıdır. Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin ediniz beyler.
(Kaynak: Falih Rıfkı)
‘Üniformayı giymek kolay…’
Mussoloni’nin, Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz kıyılarındaki topraklarından söz ettiği günlerdeydi. İtalyan büyükelçisi, Atatürk tarafından özel olarak kabul edilmesini istemiş, ziyaretinde, ülkesinin Türkiye ile dost geçinmek arzusunu tekrarlarken diplomatik tabir ile “en çok müsaadeye mazhar ülke” statüsünün iki ülke için de yararlı olacağından söz edivermişti.
Atatürk, elçi sözü buraya getirinceye kadar sivil giyiniyordu. Konuğuna “Birkaç dakika bekleyin” dedi. Döndüğünde üzerinde kendisine çok yakışan ve saygı ile birlikte korku da telkin eden mareşal üniformasını giymişti.
Gülerek yerine otururken:
“Sinyor Mussoloni’ye şu son cümlelerinizi ve bundan sonra benzerlerini bu kıyafetimle dinlediğimi de yazınız” dedi.
Ve elçi, tabii amacını anlatamamış olmanın özrüne sığınarak izin istedi.
Atatürk, Mussoloni ve Stalin mareşal üniformasını giydikleri zaman, “Üniformayı giymek kolay, fakat onu taşımak güçtür” demişti.
(Kaynak Kılıç Ali)
‘Milletiniz ölmeye hazır mı?’
Bir gün Mısır’da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti. Kendisine:
– Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz, diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:
– Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü, diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı:
– Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya… dedi.
Mustafa Kemal’in yanıtı şöyle oldu:
– Benimle olmaz, beyefendi hazretleri benimle olmaz! Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o zaman gelip beni ararsınız.