EKONOMİK AÇMAZ
Bülent SOYLAN
Ne yazık ki bugün Türkiye, artık herkesin görüp kabul ettiği bir büyük ekonomik açmazın içerisindedir.
Üstelik bu saatten sonra bunun hangi nedenlerden kaynaklandığı üzerinde yeni yeni tartışmalar açmaya gerek de yok. Çünkü bir karara varıp çözüm yolunda adım atamadıkça sorun giderek daha da derinleşiyor ve maliyeti yükseliyor.
Çok basit bir anlatımla söyleyecek olursak üzerinde düşünmemiz gereken tablo şu:
1.Bugün itibariyle Türkiye ekonomisi yeteri kadar üretemiyor ve kazanamıyor.
2.Kazanamayan bir ekonomide gerek birikmiş borçlar ve bunları çevirme maliyeti gerekse enerjiden gıdaya kadar her türlü tüketimin karşılanabilmesi için tek kaynak -bir şeyleri daha satmayacaksak- daha çok borçlanmadır.
3.Borçlanmayla finansman arama; giderek daha yüksek ödenen faiz ve bu günün borcunu gelecek kuşaklara yüklemektir. Ancak bu yolla dahi karşılanamayan gereksinimlerin bir sonraki aşamadaki maliyeti, kendisinden borç alınan kurum ya da bunların arkasındakilere verilmek zorunda olan her türlü “taviz”dir.
4.Bu durumdaki bir ekonomide çözüm için önümüze sadece iki yol çıkıyor: Bunlardan birincisi tüketimde özveride bulunup yaşamı eldeki imkanlarla idare etmek; ikincisi ve doğrusu ise; bir şekilde üretimi arttırarak hem içerideki gıda vb acil ihtiyaçları karşılamak ve bunlar için örneğin sadece 2021 yılında 21 milyar dolara ulaşan harcamadan kurtulmak, iç piyasadaki ihtiyacı bir ölçüde giderdikten sonra üretimin bir kısmını da dışarıya satarak döviz girdisi sağlamak yani daha fazla ihracat. (Bu arada Turizm de bu ihracat anlamında kabul edilmelidir; çünkü turizmde dışarıya mal sevki olmasa da “dışarıdakine hizmet satışı” diyebileceğimiz döviz getirici bir işlem vardır).
Peki, içeride ne yapalım da şu iç tüketimin noksanını gidermek için döviz aramak zorunda kalmayalım, sonra da dışarıya satacak bir şeylerimiz olsun?
Bunun tek cevabı vardır “daha çok üretim”
Peki neyi üretelim? Neyi üretelim de üstelik daha da fazla kazanalım?
Üretimde en acil, en kolay ve en rahatlatıcı olanı şüphesiz dışarıdan ithal edilen gıda maddelerinin ya da onların yerine geçebilecek maddelerin üretimine geçmektir. Burada hemen gözümüzün önüne gelen buğday, ayçiçeği, nohut, mercimek, kırmızı et vb gıda ürünlerinin, -en azından dışarıdan ithale gerek bırakmayacak ölçüde ama zaman içerisinde daha da üzerine çıkabilecek ölçekteki- üretim miktarının tesbit edilmesi ve bu üretimi garanti edecek “fiziki planlama”nın yapılması gerekmektedir.
Üretimde ikinci tertipte yapılacak olan; gıda dışı her türlü tüketim mallarının ve daha önceden dışarıdan tedarik edilen malların üretimini teşvik etmektir. Böylece sırf halkın tepkisini çekmemek için katlanılan ithalata olan ihtiyaç azaltılacaktır.
Bu iki aşamada böylece önce halkın yaşamsal gıda ihtiyacı karşılanacak, ardından -ya da imkan ölçüsünde, eş zamanlı olarak- günlük yaşam kalitesini en azından geri düşürmeyecek ölçüdeki alışılagelmiş refah güvence altına alınacaktır.
Üçüncü aşama, geleneksel ürünlerin teşvikine kaynak harcamakla oyalanmayıp, katma değeri yüksek üretime geçmeyi “zorlamak”tır. Çünkü uzun dönemde, gelişmiş ülkelerle giderek açılan mesafemizi klasik ihraç ürünleri üretip satarak kapatma şansımız sıfırdır.
Bu geçişin olmazsa olmazı, tabii ki ileri teknoloji ile çalışıp ileri teknoloji üretecek yatırımların yapılması, bu yatırımlarda çalıştırılacak kadroların yeniden yetişmesini beklemeden bir biçimde yurda davet edilmesi, ülkelerinde çalışmalarının kendileri için cazip hale getirilmesidir.
Ancak bu aşamaya geçişin bu günkü piyasa şartlarında ve piyasadakilerin kendi kazanç tercihlerine bırakılarak başarılması olacak gibi görünmemektedir.
Dolayısıyla burada kesinlikle devletin, -ama özendirerek, ama doğrudan ya da karma girişimlerle- olaya “müdahalesi” yani işin içinde olması gereklidir.
Nedenini açıklayalım:
Birincisi, istihdam yaratması ve siyasi popülaritesi dolayısıyla bizde kol kuvvetine yani emeğe dayanan teşvikler yaygındır.
Oysa vasıfsız emeğe dayalı teşviklerin ekonomiyi götüreceği yer daha çok; madencilik, inşaat, konfeksiyon, en fazla da otomotiv vb değeri ve katma değeri düşük mal ve hizmet üreten sektörlerdir. Ayrıca, bizde teknolojik üretim yapacak bir işletmede çalıştırılacak yetişmiş elemanın istihdamı, ücret üzerindeki vergi, sigorta vb yükleri dolayısıyla devlet eliyle daha da pahalı hale getirilmiştir ve bu alan yatırımcıyı cezbetmemektedir. Dolayısıyla o teşvik edilerek özendirilen yatırımlar dahi, daha çok “değeri düşük mallar üretimine” kaymaktadır.
Bu üç alanda da üretimi teşvik ederken, mutlaka şimdikinden farklı bir vergi politikası uygulanması gerekmektedir. Çünkü; sermaye birikiminiz zayıf yani elinizde bu işlere yatıracağınız daha büyük sermayeler ve buna istekli sermayedarlar yoksa, ama siz buna rağmen gidip de üreten ve bu üretimi ile sermayesini büyütmeye çalışan işletmeleri ve yatırımcılarını -madem ki kazanıyor, o zaman ödesin deyip- standart vergi oranlarıyla vergilendirmeye devam ederseniz, klasik bir benzetmeyle bindiğiniz dalı kesiyorsunuz demektir.
Bu nedenle, acilen üretime geçme aşamasında; üretilen mal ve hizmet yoluyla elde edilen kazancın en azından sıradan vergilendirmeden ayrılması ve büyüme yolunda yürürken önünün kapatılmaması gerekir. Sermayeye eklenen kazanç asla vergilendirilmemelidir. Bırakılacaktır, üretecekler, sermayelerini güçlendirecek ve daha da ilerisini hedefleyeceklerdir.
Peki, “Ondan alma, bundan alma, o zaman devletin ihtiyacı olan vergiyi kimden alacağız?” denecektir.
Bir kere; istihdamdan, üretimden ve işletme sermayesine katılacak kazançlardan alınan vergilerin hem istihdama hem üretime baskı yaptığını, bunun kalkınmada kendi ayağımıza köstek olduğunu söylediğimizi burada bir kere daha belirtelim. Çünkü hem “insanlar işsizlikten kırılıyor ne yapacağız” deyip hem çalışırlarsa “işçiye verilenin üzerine bana da şu kadar vergi verecekler” derseniz bu iki tercih her şeyden önce birbirine ters düşer.
Türkiye, bir başka görünümüyle “kayıtdışılığın” “gelir dağılımı çarpıklığının” “mevzuat karmaşasının” ve “neredeyse bütün takvim yılların vergi affı kapsamına girdiği” bir ülkedir ve resmi otoriteler dahil hemen herkes bu ekonominin yüzde 30-50 arasında kayıtdışı olduğu fikrinde birleşmekte, üstüne üstlük “dolar bazında milli gelir” düşerken gelişmiş ülkelerle yarışacak ölçüde “dolar milyarderi” üretmektedir.
Bizim gibi “Gelişmekte olan” denen ama aslında -laf aramızda- “şu gelişmiş dediklerimiz kadar gelişmemiş” ülkelerde, o “gelişmiş” ülkelerden alınan ve onlarla paralellik içinde yürütülmeye çalışılan vergi sistemleri, adeta başkasından emaneten alınarak giyilmiş bir elbise gibi durmakta ve ekonomiye yön verme anlamında kendisinden beklenen verimi sağlayamamaktadır.
Tarlada yetişen ürünü takip edip elde edilen kazancı “zirai kazanç” olarak vergilendiremiyorsanız, bırakın merdiven altı üretim ve satışları, işportayı bir kenara; semt pazarlarında serbestçe satılan konfeksiyondan ayakkabıya, plastik eşyadan tencereye kadar her türlü üretim buralarda sorgusuz sualsiz pazarlanıyorsa, gayrımenkul alım-satımları sembolik bedellerle işlem görüyorsa, kazancı vergilendirmek isteyen şimdiki sistemimiz adeta elekle su taşıyor ve uygulamada da ancak ve ancak; her şeye rağmen kurumsal davranan, vergisinden kaçmayan kesimi vergilendiriyor daha doğrusu ekonomik anlamda cezalandırıyor demektir.
O halde burada şu çok güzel giden gelir, kurumlar gibi “doğrudan vergiler”e yüklenmekten vazgeçersek büyük kayba uğrarız endişesine gerek yoktur. Hatta bu vergilerin oranları bize göre önemli ölçülerde düşürüldüğünde hem kayıtdışına kaçma ihtiyaçlarından biri ortadan kalkar hem işletmeler rahatlar hem de toplam vergi gelirleri artar -ya da artmasa bile geriye gitmez-
İşte bu yapıdaki bir ekonomide uygulanacak olan vergi, -teorik tartışmalar bir yana- pratik olarak düşünülürse; dolaylı vergiler yani mal ve hizmet üzerinden alınan vergilerdir. Nedeni basit, kayıp kaçağın bu kadar yüksek olduğu bir ülkede kazancı tesbit edip vergilendirmek kolay değildir ama para hareketlerinden giderek harcamaları yakalamak daha kolaydır. Nitekim 2022 bütçesine bakılırsa, bizdeki toplam vergi gelirinin sadece yüzde 31,16’sı doğrudan vergilerden sağlanır. Hatta bu oran aslında resmiyette görünenden daha da düşük olmalıdır. Çünkü o oranın içinde bazı kamu kurumlarının örneğin Merkez bankasının, kamu bankalarının, bazı KİT’lerin kurumlar vergilerinin yanında kamu personelinin ücreti üzerinden alındığı var sayılan ama gerçekte özel sektörden kamuya fiili bir kaynak transferi yaratmayan vergiler de vardır.
Hangi harcamalar vergilendirilmeli peki?
Bir kere, insanların; gıda, ısınma, giyinme, barınma gibi konulardaki standart harcamalarının vergilendirilmesi doğru değildir. Çünkü bir sosyal devlette vatandaşınızı sizden vergi alacağım diye aç, soğukta, çıplak bırakamaz, devletin yükünü yoksulların sırtına yükleyemezsiniz.
Zaten bırakmak isteseniz de o bir ölçüde yolunu bulacak ama onun bulduğu her yol ekonomideki kayıtdışılığı arttıracaktır.
Harcamalar üzerinden yapılacak vergi, artık hepimizin bildiği KDV ve ÖTV ve diğer dolaylı vergilerle yapılacak; ancak bu vergilerin oranı, bir insanın standart ihtiyaçlarından uzaklaştıkça belirli oranda yükselecektir.
Örneğin herkesi özendiren bir lüks otomobilin, bir lüks konutun, bir lüks eşya için yapılan harcamaların mutlaka standart harcamalardan daha yüksek vergilendirilmesi gerekecektir. Aksi halde lüks otomobil üzerine koyulmayan yüksek vergi, işe otobüs ya da dolmuşla giden yoksulun ödediği bilet ücretinin bünyesine giren vergiyle karşılanmak zorunda kalınacaktır.
Bu dengelemede, harcamaları yaygın olarak vergileyen KDV’nin oranının şimdiki orandan aşağıya düşürülerek alt ve orta gelir guruplarının kollanması, ama buradan doğacak boşluğun mal ve hizmet bazında daha seçmeli (adındaki gibi özel) olarak uygulanabilecek ÖTV’nin daha yaygın ve etkili kullanılması ile doldurulması doğru olacaktır.
Burada dile getirmeye çalıştığımız konu şüphesiz daha pek çok ayrıntıya sahiptir ve anlatımın bu kadarla bırakılması okuyanda elbette bazı tereddütler yaratacak, sorular doğuracaktır ancak ne yazık ki bunların hepsi bir arada anlatılmaya kalkıldığında, bir köşe yazısının sınırlarını çok aşacağı için, en azından düşünenler arasında bir tartışmaya, çözüm arayışına yol açması dileğiyle sözümüzü burada noktalıyoruz.