1. Haberler
  2. Genel
  3. Hikaye: ZARİFE yahut Tavuk Emine 2021

Hikaye: ZARİFE yahut Tavuk Emine 2021

tavuk emine
Hikaye / Zarife
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

ZARİFE yahut TAVUK EMİNE

Dr .Ümit EVRAN

Anadolu Halk Bilim Kültür Akademisi’nin Yaşar Kemal adına düzenlediği öykü yarışmasında bir öyküm finale kaldı ve yayımlanmaya değer bulundu.
TAVUK EMİNE
Tavuk Emine şehrin sevimli maskotudur. O hiç kimseye zararı ziyanı dokunmayan bir garip divanedir. 60 yaşlarında gösteren, saçındaki ak sayısı siyahları geçmiş kendi halinde bir kadıncağızdır. Yabani sayılmaz ama insanlara hep korku ve endişe ile bakar. Onun hakkında hiç kimsenin, doğru dürüst hiçbir bilgisi yoktur. Kimin nesidir? Nereden gelmiştir? Hatta adı nedir? Emine de zaten birilerinin taktığı isimdir, elbette ki bir gerçek adı vardır ama bu adı bizim burada kimseler bilmez, bilmem kendisi bilir mi?
Onun iki bilinen özelliği vardır. Birincisi hiç ama hiç konuşmaz. Ağzından en fazla bir, bilemediniz iki kelime çıkar. Onun düzgün bir cümle kurduğunu gören, duyan olmamıştır. Aşağı mahallelerden birindeki, metruk bir evde yatıp kalkar. Yaz kış hep aynı elbiselerle dolaşır. Üzerindeki elbiseler, eskiyip parçalandığı ancak bir hayırseverin dikkatini çekerse değişir. Kırçıllaşmış saçları keçe gibi olmuş, birbirine karışmıştır. Saçları belki yılda bir veya iki kez bir yardımseverin onu yıkaması sonrası tarak yüzü görür. Emine hayatta kimseden hiçbir beklentisi olmayan, kendi halinde yaşayan bir akıl fukarasıdır. Kimselerden yiyecek de isteyemez. Neyse ki bütün şehir onu tanır, bu huyunu iyi bilir ve onu hiç aç bırakmaz. Herkes elinden geldiğince ona bir şeyler verip yardım etmeye çalışır.
Şizofreni teşhisiyle beş altı kez akıl hastanesine girip çıktığı bilinir. Kesin tedavisi mümkün olmayan bu gariban, bir süre hastanede tutulduktan sonra kimseye zararı ziyanı olmadığı için, her seferinde salıverilir. Bazı kış aylarında Emine bir süre ortalıktan kaybolur. Artık doktorlar mı o soğuk kış günlerinde ona acıdıklarından hastaneye yatırırlar, yoksa kendiliğinden mi, o gidip hastaneye sığınır, bilinmez.
Bir özelliğinin hiç konuşmaması olduğundan söz etmiştik, ikinci özelliği ise çok tuhaf bir özelliktir; bizim Emine tavuktan korkar! Evet, tavuktan korkar. Nerede bir tavuk görse hemen aceleyle oradan koşarak uzaklaşır. Hatta sokakta dolaşırken, vitrinde şişte dönen tavukları bile görse huzursuz olur, hemen oradan uzaklaşır. Onun bu tavuk korkusunu bilen yeni yetme veletler ellerine geçirdikleri bir tavuğu Emine’nin üstüne atarlar ya da atar gibi yaparlar. O zaman zavallı kadıncağız, korku içinde, hemen koşarak oradan uzaklaşır. İşte bu tavuk korkusu yüzünden adı “Tavuk Emine” kalmıştır.
Emine bir gün küçük bir büfenin önüne durmuş, vitrindeki sandviçlere bakıyordu. Büfeci onun aç olduğunu anlamıştı, eliyle uzattığı peynirli sandviçi gösterip işaretle “Yer misin?” diye sordu. Emine her zamanki gibi hiç konuşmadan sandviçe uzandı, yüzünden memnun olduğu anlaşılıyordu.
Emine ayakta sandviçini yerken büfeye 65 yaşlarında, görünüşünden taşralı olduğu anlaşılan bir müşteri geldi ve bir ayran istedi. Daha sonra elindeki ayran şişesiyle oradaki tabureye çöktü. Adam şişeyi yarılamıştı ki, Emine’yle göz göze geldiler. Bir süre bakışları birbirine kilitlendi. Derken adam tabureden doğruldu, kadına doğru bir adım attıktan sonra sordu:
– Sen Serince köyden Ökkeş Onbaşı’nın Zarife değil misin?
Kadın elindeki sandviçi fırlatıp “Tavuuuk… Tavuuk…” diye çığlık çığlığa koşmaya başladı. Adam da birkaç adım atıp arkasından bağırdı:
– Zarifeee!
Kadın çoktan kaybolmuştu. Bu son “Zarife” adeta havada asılı kaldı, bir süre sonra buhar olup, havaya karıştı. Derken adam tabureye çöktü, buna yığıldı demek daha doğru olacak. Bir süre hiç konuşmadı, daldı gitti. Büfeci de, Emine’nin çığlığını duyan birkaç komşu esnaf da bu duruma çok şaşırmışlardı çünkü yıllardır tanıdıkları Emine’yi hiç bu halde görmemişlerdi. Onlardan biri dayanamadı ve adama sordu:
– Hayrola amca bu ne haldir? Emine’ye ne oldu? Adam “O da kim?” anlamında yanıtladı: “Emine?” Esnaftan biri:
– Yani kaçan kadın, diyerek eliyle kadının kaçtığı yönü gösterdi. Onun üzerine adam:
– Onun adı Emine değil, Zarife, dedi. Bu sefer büfeci sordu:
– Onu tanır mısın amca ?
Adam cevap vermedi ama büfecinin gözlerinin içine bakarak “Tanırım” anlamında uzun uzun, başını sessizce salladı. Sonra bir sigara yaktı, dumanını ciğerlerine öyle derin çekti ki, duman sanki bir daha hiç çıkmayacak gibiydi. Komşu esnafların da aynı soruyu yinelemesi üzerine, adam yavaş yavaş anlatmaya başladı:
“ Bizim Serince, Torosların eteklerinde yoksul bir Türkmen köyüdür. Köyün neredeyse yarısı birbirleriyle yakın ya da uzak akrabadır. Geçimimiz topraktandır, çiftçilik yapar, kıt kanaat geçinip gideriz işte. Kıt kanaat dediysek, Mervan Ağa hariç tabii. O köyün ağasıdır. Köyün arazilerinin yarıya yakını ona aittir. Köyde seveni de çoktur, kızanı da ama herkes ona saygı gösterir. Çünkü köy halkını kendi küçük arazileri geçindirmediği için, köylünün bir kısmı Mervan Ağa’ya yarıcılık yapar, bir kısmı kendi tarlalarını işlerken, fırsat buldukça yevmiyeli olarak ağaya çalışır. Bir kısmı da ağanın değirmeninde, çiftliğinde, tahıl ambarında ırgatlık yapar.
Bir de Mervan Ağa’nın zıpır bir oğlu vardı. Ağanın tek oğlu olan Şahin, üç kızdan sonra doğduğu için oldukça şımarık büyütülmüştü. Onun giyimi kuşamı, davranışları, her hali diğer yaşıtlarından farklıydı. Yaz kış önü hiç düğmelenmeyen bir yelekle gezer, gömleğin üç düğmesi hep açık olduğu için, boynunda sallanan gümüş cevşeni görülürdü. Şimdilerde eskisi gibi rağbet olmasa da, o yıllar körüklü çizme giyilirdi. Şahin’in özel sipariş çizmeleri her adımda çıkardığı sesle diğerlerinden ayrılırdı. Saçları bu genç yaşında dökülmeye başlamış, alnı bayağı açılmıştı. Kaytan bıyıklarının uçlarını daima Wilhelmvari yukarıya doğru kıvırırdı.
Bu Zarife, Ökkeş Onbaşı’nın kızıydı. Ökkeş, on dönüm tarlasını işleyip, geçinmeye çalışan kendi halinde bir köylümüzdü. Birçok köylü gibi o da, kendi tarlasından arta kalan zamanlarda Mervan Ağa hesabına yevmiye ile çalışırdı. Ökkeş, kendisinden “Ökkeş Onbaşı” diye söz edilmesinden çok hoşlanırdı. Söz onun onbaşılığına gelince gururla hep o aynı yanıtı verirdi: “Adamı boşuna onbaşı yapmazlar”. Askerliğinin üzerinden yıllar geçmiş ama onun onbaşılığı hala devam etmekteydi. Zarife o yıllarda elif misali incecik bir kızdı, on yedisinde var yoktu. Köyün en güzel kızıydı. Zarife’nin gönlü köyün sığırtmacı Bilal oğlana düşmüş, Bilal de Zarife’ye yangınmış, gizli gizli buluşurlarmış. Delikanlı Zarife için başlık parası biriktiriyormuş, sığırtmaçlıkla ne kadar birikirse artık. Askerlik sonrası evlenmeyi hayal ederlermiş garipler.
Bir gün Mervan Ağa, Ökkeş Onbaşı’ya “Hayırlı bir iş için ziyaretine geleceğiz” diye haber salmış. Ökkeş duyduklarına inanamamış, sevinçten uçuyormuş. Koskoca Mervan Ağa’ya dünür olmak ne demek? Bu, düpedüz Ökkeş’in başına devlet kuşu kondu demekti. Sevinçle eve, karısına koşup, müjdeyi vermişti: “Hatun, bizim sümüklü kız Mervan Ağa’ya gelin oluyor!” Köylük yer, haber tabii ki çok çabuk yayıldı. Zavallı Bilal kederinden kıvranıp duruyordu. Aradan çok geçmedi, Mervan Ağa birkaç kişilik maiyetiyle birlikte o hayırlı iş için Ökkeş Onbaşı’yı ziyarete gitti. Zarife kızın elinden acı kahvesini içti. Kısa bir hoşbeşten sonra, ağa direkt konuya girdi:
– Ökkeş, Allah’ın emri peygamberin kavliyle senin kızı, bizim oğlana alıyoruz.
Demek ki ağa usulü kız böyle istenirmiş! Allah’ın izni, peygamberin kavli tamam da, “talibiz” ya da “istiyoruz” yok, “alıyoruz” var. Ökkeş Onbaşı için hiç fark etmezdi, nasıl olsa iş olacağına varacaktı.
– Ağam siz öyle münasip gördüyseniz…
Ağa lafı uzatmadan devam etti:
– Bizim dere üstü tarlayı biliyorsun değil mi? On beş dekar kadar vardır. O tarla Zarife kızımızın başlığı olsun.
Ökkeş’in gözleri parladı, hiç bilmez olur muydu, üstelik de karış karış bilirdi. Kim bilir o tarlayı kaç kez sürmüş, ekmiş, ekinleri biçmişti. Daha önce söylediğim gibi, Ökkeş de çoğu köylü gibi zaman zaman ağaya yövmiyecilik yapardı. O tarladaki iki ceviz, bir nar, üç incir, çok sayıda erik ağacından kim bilir kaç kez meyva toplamıştı. demek şimdi bunların hepsi şimdi onun oluyordu, belli etmemeye çalışıyordu ama sevinçten uçuyordu. Ağa devam etti:
– Sana da bir çift inek hediyem olsun. Ayrıca bundan sonra bizim işlere de sen bakar, her şeye göz kulak olursun.
Bu ne demekti? Artık çiftliğe, değirmene, tahıl ambarına… her bir işe o bakacaktı. Artık Mervan Ağa’nın sadece dünürü değil, aynı zamanda kâhyası olacaktı. Ökkeş Mervan Ağa’nın ellerine sarıldı. Ağa kısa süre sonra ayağa kalktı, giderken son sözünü söyledi.
– Ökkeş bu işi uzatmayalım, hemen düğün hazırlıklarına başlansın. Cebinde paran olduktan sonra, köylük yerde uzun uzadıya ne hazırlığı yapılırdı ki?
Bu arada Zarife kıza kimse fikrini bile sormadı. Zaten sorsalar ne fark ederdi ki, ona olsa olsa ancak “Siz nasıl münasip görürseniz” demek düşerdi. Hemen hazırlıklara başlandı, o ara Zarife hiç evden dışarı çıkmıyordu, Bilal’le karşılaşmaktan korkuyordu.
Ben askerden döneli iki yıl falan olmuştu, demek ki aradan kırk küsur yıl geçmiş. Bir ay sonra düğün dernek başladı. Köy, köy olalı hiç böyle düğün görmemişti . Üç gün yenildi, içildi, eğlenildi. Ağanın biricik oğlunun düğününe, dışarıdan, yabancı köylerden o kadar davetli gelmişti ki, onların hepsine bir günde yemek yedirmek mümkün değildi. Gerçi iki baş büyük hayvan, yirmi tane koyun kesilmişti, aynı anda üç kazan kaynıyordu ama yüzlerce konuğa yetecek kap kacak, masa ve sandalye yoktu. Olsa bile köyde o kadar masa sandalyeyi yerleştirecek alan mevcut değildi. Köy meydanında davul zurna eşliğinde oyunlar oynandı, halaylar çekildi. Kadınlar ise Mervan Ağa’nın konağının bahçesinde kendi aralarında eğlendiler. Onları eğlendiren de, dışarıdan getirtilmiş, def, keman ve ud çalan üç kadındı.
Üçüncü günün akşamında artık düğün bitmiş, ortalık durulmaya başlamıştı. Şahin damat hamamından çıktıktan sonra, köy camisinde yatsı namazını kılmış, yol boyu ellerinde iki sıra meşaleler tutan arkadaşlarının arasından konağın bahçe kapısına ulaşmıştı. Kalabalık dışarıda kalmış, sadece Şahin’in birkaç sağdıcı onunla birlikte kapıdan içeri girmişlerdi. Artık sıra gerdeğe girmeye gelmişti. Son kalan o birkaç arkadaşı sırtını yumruklayarak onu gerdek odasına yolcu ettiler.
Bundan sonrasını hiç birimiz gözümüzle görmedik elbet ama kırk yıldır köyde herkesin ağzında aynı hikaye anlatılır. Damat odaya girdiğinde, Zarife korkudan, bir köşede tespih böceği gibi büzülmüştü. Şahin önce iki rekât namaz kılmış. Yatağın bir kenarına ilişmiş Zarife kız, bir yaprak gibi titriyormuş. Namaz bittikten sonra Şahin, Zarife’nin duvağını açıp ve boynuna bir beşibiryerde takmış. Zarife tir tir titriyormuş. Şahin Zarife’yi soymuş ve yatağa yatırmış. Dışarıdan hala davul zurna sesleri geliyormuş. Aslında köyde bu saatte davul zurna çalmak adeti yoktu ama ihtimal davulcu ile zurnacı ağadan bahşiş kopartmak için fazla mesai yapıyordu, kim bilir belki de ağa böyle istemişti.
Zaman ilerliyordu. İki genç insan ilk kez bir odada baş başa kalmışlardı. Zarife yay gibi gerilmişti, bütün adaleleri seyriyordu, vücudu kaskatı kesilmişti. Bütün adaleleri… Davul zurna hala devam ediyordu fakat davulun güm gümleri giderek hayli zayıflamıştı, belli ki davulcu çok yorulmuştu. Zarife ise hala zangır zangırdı.
Bir süre sonra davulcu da sustu. Dışarıda el ayak kesilmişti. Bahçede sadece bir köşede dört saat önce yumruklayarak onu gerdeğe sokan birkaç yakın arkadaşı, karşı köşede ise birkaç kadın kalmıştı. Kadınlar “emaneti” bekliyorlardı. Töreye göre, kadınlar lekeli çarşafı namusun tapu belgesi olarak Zarife’nin ailesine teslim edecekler, aile de bu mutlu haberi ulaştıran kadınlara hediyeler verecekti. Yine aynı töreye göre Şahin de erkekliğini ispat ettikten sonra, aşağıda bekleyen birkaç yakın arkadaşına pencereden aşağıya canlı bir tavuğu fırlatacaktı. O sağdıçlar bu tavukla kendilerine bir ziyafet çekeceklerdi.
Davulun sesi çoktan kesilmişti. Hatta uzaklardan ilk horoz sesleri duyulmaya başlamıştı. Bahçedeki sağdıçlardan biri dayanamadı ve yukarıya seslendi:
– Şahin! Tavuk… Bizim tavuğu sakın unutma!
Bir dakika sonra inanılmaz bir şey oldu ve konağın, giyotin penceresinin yukarıya doğru sert açılma sesi duyuldu. Arkasından da Şahin’in sesi:
– Alın size tavuk!
Bu sesten sonra pencereden aşağıya başı kopartılmış bir tavuk fırlatıldı. Başsız tavuğun gövdesi oradan oraya sıçrıyor, çırpınıyordu. Erkekler donakalmıştı. Kadınlar ise korku içinde, yemenilerinin uçlarıyla ağızlarını kapatıyorlardı.
O anda yukarıdaki zifaf odasından bir el tabanca sesi duyuldu.
Odaya koşanlar, elinde tabanca ile yerde yatan, kanlar içindeki Şahin’i gördüler. O günden sonra Zarife’yi ne bir daha köyde gören oldu, ne de ondan bir haber alan.”
Adam mendilini çıkardı, gözlerini kuruladı. Arkasına bakmadan uzaklaştı.
Dr.Ümit Evran

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir