ALMAN SEÇİMLERİ ve SONRASINI DA ETKİLEYEN MERKEL
Ersin DEDEKOCA
Almanya ilk kadın şansölyesini, Avrupa ise bir liderini kaybediyor. Böylece Angela MERKEL’in ardından dünyayı neler beklediği; yokluğunun Avrupa ve dünya siyasetine etkileri en güncel konulardan biri.
Bilindiği gibi 26 Eylül’de gerçekleşecek seçimle beraber Şansölye Merkel, 16 yıldır görev yaptığı Alman Federal Meclisi (Bundestag)’den ayrılıyor.[i] Merkel, böylece selefi Helmut KOHL gibi, Federal Almanya Cumhuriyeti‘nde en uzun süre başbakanlık yapmış politikacı (ve de ilk kadın) olarak tarihteki yerini alacaktır. Böylece geride, ülkenin ilk kadın şansölyesine veda eden Almanya, liderini kaybeden bir Avrupa (AB diye okuyalım) ve dış politikadaki dostunu yitiren bir Türkiye kalacaktır.
Yaklaşan bu önemli ve etkisi yüksek 26 Eylül seçimlerinin olası sonuçlarını; bu sonuçların Almanya ve AB’deki doğrudan ve Türkiye yönünden dolaylı “muhtemel etkilerini” bu yazımıza konu yaptık.
26 EYLÜL ALMAN SEÇİMLERİNİN ANLAMI ve ÖNE ÇIKANLAR
AB’nin lokomotifi/ motor gücü, aynı zamanda eski kıtanın en önemli aktörü niteliğine sahip Almanya’da, 26 Eylül günü 20’nci Bundestag seçimleri gerçekleştirilecektir.
16 yıl boyunca Almanya’yı yöneten Angela MERKEL’in başbakanlıktaki son yılı olacak 2021 boyunca gerçekleştirilen Mart, Nisan ve Haziran aylarındaki eyalet meclisi ve yerel yönetim seçimlerini, 26 Eylül’deki genel seçimler izleyecektir. Böylece 60 milyon seçmenin bir bölümü bir değil, iki kez oy kullanmış olacaktır. Seçim kampanyalarında ekonomik krizin yanı sıra, göç ve göçmenlerle ilgili sorunların öne çıkmaktadır.
Almanya‘yı yöneten parti olduğu için Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi (CDU)‘nun kongreleri her zaman çok önemli olmuştur. 16 yıldır iktidardaki koalisyon hükümetlerinin en büyük ortağı olan Angela MERKEL’in partisi CDU genel başkanının ve yeni yönetiminin seçileceği Almanya tarihinin “ilk sanal kongresinde” genel başkanlığına Armin LASCHET seçildi. CDU’nun 9’ncu genel başkanı olan Laschet, daha sonra da 18 Nisan’da parti karar organınca “partinin federal başbakan adayı” olarak uygun görülmüştü.[ii]
Hıristiyan Sosyal Birlik (CDU-CSU) ‘ten Armin LASCHET (60)’in yanında Diğer adaylara baktığımızda da, Yeşiller‘den Annalena BAERBOCK (40) ve Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’den Olaf SCHOLZ (63)’un olduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda mevcut Merkel hükümetinde Federal Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak görev yapan Scholz‘un adaylığının oldukça sembolik nitelik taşıdığı düşünülürken,[iii]12 Eylük akşamı 3 lider atasında yapılan bir TV münazarasında, tartışmanın tartışmamız galibi (yüzde 41) ve son kamuoyu araştırmalarında önde giden Sosyal Demokrat aday olmuştur.[iv]
Anketlerde, Ağustos sonu itibariyle SPD’in öne geçtiği ve farkı giderek açtığı izlenmektedir. Politico’nun tüm büyük anketlerden topladığı verilerden aldığı ortalamaya göre oyların yüzde 25’ini SPD, 21’ini CDU/CSU, 16’sını Yeşiller, 12’sini Hür Demokratik Parti (FDP), 11’ini AfD, 6’sını Sol Parti (Die Linke) ve 3’ünü bağımsızlar alacak gibi durmaktadır.[v]
Diğer yandan, her ne kadar doğrudan katılmasa da, 26 Eylül 2021 Pazar günü yapılacak genel seçimler, 2005 yılından beri Almanya’yı yöneten Merkel’in politik mirasının da oylanacağı bir yoklama niteliğini taşımaktadır. Bu bakımdan seçim yarışının ağırlıklı olarak, Olaf SCHOLZ, Merkel’in Hristiyan demokrat partisi CDU’nun adayı Armin LASCHET ve Yeşiller partisinin adayı Annalena BAERBOCK arasında geçeceğini söyleyebiliriz. Seçimin sonucu bir bakıma, Alman halkının bir değişimi mi, yoksa uzun bir istikrar süreci olan eskinin devamını mı tercih ettiğini de gösterecektir. Fakat sonuç, aşağıda özet bilgi vereceğimiz önceki önde gelen bazı Alman başbakanları gibi, Merkel’in de hem “özgün bir kişilik” hem de çok “başarılı bir politikacı” olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.[vi]
GEÇMİŞTEKİ ÖNDE GELEN ŞANSÖLYELER: Brandt, Schmidt, Kohl, Schröder
Almanya’nın yakın tarihine bakarsak, Willy BRANDT (1962-1972 ve 1972-1974) çok boyutlu bir insan, etkileyici bir politikacı ve lider niteliğinde bir başbakandı. Nazilere karşı direnişin içerisinden gelmiş bir sosyal demokrat olarak Brandt, savaş sonrasının Alman politikasına duygusal özü, ekonomik performansın ötesinde insanî boyutu, renkli ve çok yönlü bir dış politikayı miras bırakmıştı.
1974 yılında onun yerine başbakan olan Helmut SCHMİDT ise, yine Willy BRANDT gibi sosyal demokrat SPD üyesiydi ama Brandt’ın çok boyutlu anlayışından ve insanî yaklaşımından daha çok, “ekonomik büyümeye” yoğunlaşmıştı.
“Almanya’nın birleşmesinin mimarı” sayılmakla birlikte, eski Almanya’yı temsil eden, taşralı, davranış ve konuşma tarzı, her türlü incelikten uzak olan Başbakan Helmut KOHL yerine 1998 seçimlerinde Gerhard SCHRÖDER seçilmişti. AB’nin en etkin ülkesi ve o dönem “dünyanın üçüncü büyük ekonomisi” konumuna gelmiş durumdaki Almanya’nın başbakanı olarak Schröder, Türkiye’nin tarihsel, ekonomik ve jeopolitik gücüyle gelecek için “stratejik artı değer” yaratılacağını en iyi değerlendiren bir devlet adamıydı.
MERKEL ve DÖNEMİNİN ALMANYA’SI
Almanya’nın, dünyayı sarsan finans ve ekonomik krizleri en az hasarla atlatmasını sağlayan “acı reçete uygulamaları”, 2005’te bu göreve gelen Merkel’in istikrar politikalarının da temeli olmuştur. Merkel döneminde Almanya, ekonomik olarak çok ciddi bir büyüme yaşadı ve Avrupa kıtasında Britanya ile Fransa’nın önünde daha “baskın bir ülke” haline geldi.
Merkel iş başına geldiği zaman, Almanya artık özgüvenine kavuşmuş, sadece makine ve otomobil üreten bir ileri sanayi ülkesi olmanın yanı sıra, estetik ve yaratıcı alanlarda da kendisini kanıtlamış bir ülkeye dönüşmüştü.
Angela MERKEL işte böyle bir ortamda, giyinişi, kısa saçları, mesafeli ama insanlara yakın da durabilen davranışları, sakin duruşu, tane tane, berrak bir Almanca konuşması ve serinkanlı kararlarıyla zengin ve refah içerisindeki Alman toplumuna, alçak gönüllü olmayı anımsatan bir simge oldu. “İstikrar” Almanya’nın bu Doğu Alman kökenli politikacıdan elde ettiği “en büyük kazanımın” bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Keza Merkel, duygularını bastırmayı, tepkilerini dışarıya yansıtmamayı iyi bilen bir politikacıydı.
Döneminde “Wirecard” skandalı, ABD ile istihbarat krizi, şimdilerde Almanya’nın çeşitli bakanlıklarını kapsayan skandallar gibi çeşitli olaylar yaşandıysa da Merkel, bütün bu olumsuz gelişmelerin üstünde ve dışında kalabilmeyi başarmış ve bugüne kadar herhangi bir parasal olaya karışmamıştır.
Merkel dış politikada da, iç politikada olduğu gibi pragmatikti. 16 yıl süren Başbakanlığı döneminde ABD (4 Amerikan başkanı ile çalışmıştır), Rusya, özellikle de Vladimir Putin ile ilişkilerini gayet iyi yönetmeyi becermiş; ABD ve Rusya karşısında asla açıktan meydan okumaya kalkışmamıştır. Rusça bilmesi de hiç kuşkusuz, Merkel’in Putin ve Rusya ile olan ilişkilerinde yardımcı bir faktör olmuştur. Böylece her iki dev ülkeyle de en çetin sorunları bile, büyük ölçüde “Almanya’nın lehine veya en az zararla” çözmeyi başarabilmiştir.
Çin ile ilişkilerinde ise Merkel, AB değil, Alman devletinin çıkarlarına ve ülkenin ekonomik yapısının önceliklerine göre kararlar almıştır. Merkel AB içerisindeki politikalarında da benzer bir yaklaşımı uygulamıştır. Kamuoyu önünde genellikle sakin bir tavır sergilerken, bunun ender istisnalarından biri Yunanistan krizi olmuştur. Yunanlılar, Almanya’nın gücünün ağırlığını, açıktan, sert ve acı biçimde yaşamışlardır.
İktidarda olduğu yıllarda Almanya halkının yüzde 70’inin desteğini alan Merkel’in AB’nin gelişimine yönelik stratejik bir vizyon oluşturmadığı görüşü de oldukça yaygındır. Bu tartışma, Merkel’le özdeşleşen politik bir taktiğe de gönderme yapmaktadır. Merkel’in bir özelliği de, “son dakika kararları” almasıyla ünlü bir lider olmasıydı. Adımlarını dikkatli atıyor, kamuoyunu gözlemliyor ve beklenmedik bir zamanda devreye giriyordu.
MERKEL’İN TÜRKİYE POLİTİKASI
Öte yandan, Schröder Türkiye konusunda ne kadar olumlu politika izlemişse, Merkel’in de o kadar yanlış politikalar yürüttüğü, üzücü ama altının çizilmesi gereken bir gerçek olarak yaşanmıştır.
Belki bunda Merkel’in, Türklerin hiç yaşamadığı, Türkiye ile ilişkilerin, Soğuk Savaş düşmanlıklarıyla dolu eski Doğu Almanya’da yetişmesi ve üstelik bir Protestan rahibinin kızı olarak büyümesinin de rolü olabilir. CDU’nun dipteki kılcal damarlarındaki gizli tepkilerin de Merkel’in Türkiye politikalarını etkilemiş olması düşünülebilir.
Angela MERKEL’in Türkiye’yi hep “idare edilmesi” gereken bir ülke olarak gördüğü izlenmiştir. Yukarıda da değindiğimiz gibi aslında, Türkiye üzerine “stratejik bir vizyona” veya “kalıcı politikalara” sahip olamadı. Merkel’in Türkiye konusundaki tek kalıcı politikası, Türkiye’nin Almanya’dan belli bir uzaklıkta, ama “kullanışlı bir noktada tutulması” şeklindeydi. Buradan hareketle Angela Merkel’in Türkiye politikasını, her iki ülke için “kayıp yıllar” demesek bile, “eksik kalmış yıllar” olarak anmak pek de yanlış olmayacaktır. Eğer geçen yıllar içerisinde Şansölye uzun vadeli, stratejik bir Türkiye ufkuna sahip olabilseydi, Türkiye ve Almanya kendi aralarında, iki ülkenin de “karşılıklı yararına” olacak, ileri boyuttaki bir stratejik, ekonomik ve politik işbirliğini hayata geçirebilirdi. Bu sağlanamadığı gibi, Merkel’in girişimiyle Türkiye ve AB arasında imzalanan “göç anlaşmasının” ise istenen sonucu verdiği söylenemez.[vii]
Gelecekle ilgili olarak da, Yeşiller Lideri Baerbock’un “Türkiye’de demokrasi ve hukukun üstünlüğü, eşitlik ve insan hakları için mücadele eden herkesin yanındayız. İktidar partisi olarak da bu hususta susmayacağız.” sözleri, olası bir Baerbock iktidarında Türkiye’nin Merkel’in uzlaşmacı tutumunu arayacağının sinyallerini vermektedir. Baerbock’un, Merkel’e kıyasla daha ateşli bir politika izleme ihtimali, Türkiye’nin birliğe katılım sürecini de etkileyeceği izlenimi vermektedir. Şöyle ki Baerbock, Türkiye demokrasi ve hukukun üstünlüğüne dönerse birliğe katılabileceğini belirtmektedir.
MERKEL SONRASI ALMANYA ve DÜNYA
Doğu Akdeniz sorunları nedeniyle Fransa’nın ve Macron’un Türkiye’yi hedef alan yanlış politikaları karşısında “AB içerisinde denge” sağlaması; barışçı yaklaşımlara ve görüşmelere destek vermiş olması, Merkel’in “Doğu Akdeniz ve Avrupa barışına katkısı” ve sonrası için de “sürdürülebilirlik” olarak değerlendirilmelidir. 2005-2021 yılları arasında süren Merkel dönemi, hiç kuşku yok ki Almanya ve Alman halkı için başarı, istikrar ve refah dönemi olmuştur. Alman “iç politikasındaki ve ekonomisindeki istikrar”, Almanya’nın Avrupa’nın ortasındaki bir “merkezi güç” olarak dünya sahnesindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Almanya, dünyadaki ekonomik ve jeopolitik süreçler içerisinde kendisi oyun kurucu olmasa bile, oyunda kesinlikle yer alması gereken ülke konumunu perçinlemiştir. Bu da Angela Merkel’in mirası sayılmalıdır.[viii]
Merkel’in yerine gelecek kişinin, Merkel’e göre daha “iç politika odaklı” bir strateji sergileyeceği tahmin edilmektedir. Zaten Çin’in küresel etkinliğini artırma yönündeki tutumu da, AB’nin kendini daha fazla güçlendirmesini zorunlu kılmaktadır. Yeni hükümetin, Merkel döneminde verilen “iddialı iklim hedeflerine” ulaşmakta sıkıntı yaşayacağı belirtiliyor. Merkel’den sonraki liderin iklim krizine yönelik söylemlerde daha sert bir strateji izlemek zorunda kalacağı da düşünülüyor. Almanya, sera gazı emisyonlarını 2030 yılına kadar yüzde 65 oranında azaltmayı hedeflemektedir.[ix] Avrupa’nın en iddialı liderinin hedefine, yeni hükümetin ulaşıp ulaşamayacağı ise şimdilik “belirsiz” durmaktadır.
Merkel sonrasındaki “Almanya’nın yüzünü” ve “yol haritasını” 26 Eylül seçimlerinin belirleyeceğini söyleyebiliriz.
Almanya’da yapılan çeşitli kamuoyu araştırmalarının öngördüğü gibi, seçim sonrası çıkacak oluşumu en az “üç kırılımda” toplamak gerekmektedir: Sosyal demokratlar (SPD); Yeşiller; CDU-CSU. Bir başka anlatımla, sosyal demokratlar ve Olaf SCHOLZ birinci çıkarsa başka, Yeşiller ve Annalena BAERBOCK birinci çıkarsa başka, CDU-CSU ve Armin LASCHET birinci çıkarsa başka bir Almanya gündeme gelecektir. Bu genel çerçevenin dışında, küçük liberal FDP ise her durumda kilit bir rol oynamaya aday görünmektedir. Keza hiç beklenmese de, AfD adını taşıyan yabancı karşıtı “aşırı sağ” partinin önemli bir oy sağlaması durumundaysa, dengeler alt üst olabilir ve Alman politikasında zorlu rüzgârların eseceği beklenebilir.[x]
Seçimde öne çıkan adaylar arasında Yeşiller’in Annalena BAERBOCK’u (son ankette oy oranı yüzde yüzde 9,5’dan 20,5’a) gösteriliyor. 16 yıl boyunca aynı yolda yürüdüğü bir başkanla çalışmaya alışık Brüksel için, Baerbock’un birliğin güvenini kazanması da zaman alacak gözükmektedir. SPD (en son ankette oy oranı yüzde 21,5’dan 31,5’a) ve şansölye adayı Olaf SCHOLZ ise yarışı Baerbock’un önünde götürmektedir. Hatta Scholz ve Baerbock’un koalisyon hükümeti kurmak üzere anlaştığı iddia edilmektedir.[xi] Oy oranı Laschet’e göre düşük olmasına rağmen Baerbock hâlâ pek çok kişinin gözünde favori durumundadır. Almanya’daki statükonun korunmasından yana olmadığını dile getiren Baerbock değişim ve gelişim mesajları verirken, iktidara geldikleri takdirde Paris İklim Anlaşması’nı uygulamaya koyacağına dair vaatler sunmaktadır.[xii]
Bilindiği gibi Yeşiller’in ajandası ağırlıklı olarak “iklim krizi” üzerine kuruludur. Bu anlamda, Baerbock’un söylemlerinin Merkel’in iklim değişikliğine yönelik savlarını geçerli kılacağını da söylemek mümkündür. Almanya’da ilk olarak bir acil iklim koruma programı başlatmak istediğini söyleyen Baerbock bu konuda, “Bu bağlamda, rüzgâr santrallerinden enerji kazanımını hızlandırarak, her yeni çatıya güneş enerjisi panelleri koymak gibi yenilenebilir enerjileri kitlesel olarak genişletmemiz gerekiyor.” ifadelerini kullanmaktadır.
AB’nin lideri konumunda olan Merkel’in görevi bırakması, gözleri Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a çevirmektedir. Macron’un, Orta Avrupa’da tek kalacağı ve birlik üzerindeki etkisinin Merkel kadar güçlü olmayacağı savunulmaktadır. Bu bağlamda AB’nin güncel uluslararası sorunlardan: Litvanya ve Belarus arasındaki gerginlik; Macaristan’da tartışma yaratan “otokratik” değişimler ve Polonya’ya uygulanan yaptırımlar, Macron’un elini zayıflatacak unsurlar olarak değerlendirilmektedir. Birliğe mensup sekiz üye ülke vatandaşlarının gelecek yıllarda Avrupa siyasetinde etkili olacak isimleri sıraladığı bir ankette Macron başı çekmektedir.[xiii]
Yeni şansölyenin gelecekteki olası açmazları öngörüp bunlara şimdiden hazırlanan birisi olması gerektiği düşüncesi de Almanya’da oldukça yaygındır. Diğer yanda, Merkel’in Suriyeli mültecilerle ilgili politikasını yeterince “proaktif” bulmayan bir grup da mevcuttur. Zaten “denge siyaseti” izleyen Merkel’in bu tutumu sıklıkla eleştiriliyordu. Bu bağlamda bu politikanın, AB içindeki iletişimi sağlıklı bir şekilde sürdürmesini sağlasa da, Merkel’in, Çin ve Rusya gibi ön alıcı güçlerle bir araya gelirken daha farklı politikalar izlemesi gerektiği savunuluyordu.
SONUÇ YERİNE
2005-2021 yılları arasında ve kesintisiz 16 yıl görev yapan Angela MERKEL’in 26 Eylül genel seçimleriyle görevden ayrılmasıyla, Almanya ilk kadın şansölyesini, Avrupa da liderini kaybediyor. Bu durumda dünyanın büyük ve sağlam bir ekonomisi, AB lideri, dünya politikalarında söz sahibi olan bu ülkenin başına şansölye olarak kimin geleceği, sadece Almanya’yı ve AB’yi değil, tüm dünyayı ilgilendirmektedir.
Ülkesinin, dünyayı sarsan finans ve ekonomik krizleri en az hasarla atlatmasını sağlayan “ekonomik istikrar” politikalarının savunucusu ve uygulayıcısı olan Merkel döneminde Almanya, ekonomik olarak çok ciddi bir büyüme yaşadı. Angela Merkel işte böyle bir ortamda, kişisel özellikleri, serinkanlı kararları ve örnek davranışlarıyla; zengin ve refah içerisindeki Alman toplumuna, alçak gönüllü olmayı anımsatan bir simge olmayı başardı.
Alman iç politikasındaki ve ekonomisindeki istikrar, Almanya’nın Avrupa’nın ortasındaki bir “merkezi güç” olarak dünya sahnesindeki yerini sağlamlaştırmıştır. Keza Merkel, pragmatik yaklaşımıyla, 16 yıl süren Başbakanlığı döneminde ABD, Rusya, özellikle de Vladimir Putin ile ilişkilerini gayet iyi yönetmiş; Çin ile ilişkilerinde ise, AB’den daha çok, Alman devletinin çıkarlarına ve ülkenin ekonomik yapısının önceliklerine göre kararlar almıştır.
26 Eylül seçimleri için yapılan çeşitli kamuoyu araştırmaları seçim sonucunda Sosyal demokratlar (SPD), Yeşiller ve CDU-CSU’nun başat oyuncu olarak çıkacağını göstermektedir. Bir diğer öngörülen sonuç da, küçük liberal FDP her durumda kilit bir rol oynamaya aday görünmesidir.
Son anketlere göre SPD (oy oranı yüzde 21,5’dan 31,5’a) ve şansölye adayı Olaf SCHOLZ yarışı, Yeşillerin lideri Baerbock’un önünde (oy oranı yüzde 9,5’dan 21,5’a) götürmektedir. Hatta Scholz ve Baerbock’un koalisyon hükümeti kurmak üzere anlaştığı iddia edilmektedir. Böylesi bir oluşumda en önemli kazanç, “dünya iklim değişikliğiyle” ilgili önlemlerin daha güçlü bir şekilde gündeme gelip uygulanacağı hakkındaki beklentilerin hayata geçmesi olacaktır.
Ersin Dedekoca 17. Eylül 2021